Ahlaksız Ego

Tags

, , , , ,

  

Ey EGO ! Ey insan EGOsu 

Nasıl da zorluyorsun beni, hepimizi…

Nasıl da güzel çelme takıyorsun ruhuma, üstüne yok manipülasyonda, palavrada. 

İnsanoğluna nasıl da üç maymunu oynatıyorsun, nasıl da layıkıyla kendimizi kandırmamız için bize en güzel koşulları sağlıyorsun. 

Tip 1 diabetli benim oğlum, canımın diğer yarısı. 2 sene oldu tanı konalı. Tanı konmadan önce ‘konuşamamasına’ bağlı öğrenme geriliği ve OTİZM spektrumununda davranışları vardı. 

2 senedir Rusya’ya gidiyor. Rusya tanı koyamıyor, evet OTİZM spektrum özellikleri var ama reddeden de elimizde şükür dediğimiz yüzlerce sebep var. 

2 senedir cambazlık yapıyorum. Sabah üçte uyanıp şekerine bakıyorum, 70’in altında 50’leri gördüğün anlar oldu. Acaba nefes alıyor mu diye kontrol ettiğim geceler oldu. Ve sabahına yeni bir ses çıkardı diye akıttığım göz yaşları oldu. 

Bunları yaşarken bir sene önce babası aşık oldum dedi. Saygı duydum. Bıraktım. 15 Temmuz darbesini yaşadı, 1 ay hastanede Can için kaldı, e ben doğumda da gittim geldim, öldüm dirildim Ya hani üzerinize afiyet, adam bunalıma girmiştir kolay değil dedim. 

O benim her şeyden önce dostum, en iyi arkadaşım dedim. Depresyondur dedim. 2 çocuk, tip 1 diabet ve OTİZM mi nedir birlikte yuvarlanıp gittik. 

Sokakta çocuğumun çıkardığı seslere garip bakışlar oldu. Doğum günü partilerine davet edilmediğimiz oldu. Biz ‘olsun’ dedik. Bizi olduğumuz gibi kabul edenlerle yürüdük, sosyalleştik. 

Boşanmamın üzerine, bir de aşık oldum üzerinize afiyet. Sokakta sevgilim bana sarıldı, öptü diye, Bodrum’da güya eğitimli bir arkadaş ‘aaa bu nasıl terapist ? Bu kadına terapiye gidilmez!’ dedi ! Aşık olma ve sokakta sevdiğim adamı öpme hakkımı almaya kalktı elimden. Ama asistanıma dürüstçe, mertçe ne olduğunu söyleyemediğinden ‘ücret fazla’ geldi dedi, ben bilmeden, yüzüne ücret önemli değil, siz iyi olun yeter ki gelin dedim. Hani ahlaksız sokakta öpüşen KADINIM ya, ağız dolusu gülüp, evet evet istiyorum geleceğim ayarlayıp, sağ olun dedi ! Sen sevgilini dondurmacıda öptün, AHLAKSIZ kadın deme cesaretini gösteremedi !!! 

Öğrendim ! Güldüm geçtim. Bey efendi karısını daha çok parkta, pastanede öpsün, hiç bir şeyi kalmaz dedim. 

Aşık olma ve sokakta öpüşme hakkımı da almak istedin, ey EGO ! 

Hadi her şeye eyvallah dedim ! İnsan dedim. Her şey insan için dedim. 

Oğlumu Milli Eğitim kovalıyormuş. Okula gitmesi gerekiyormuş. Göndermiyorum diye ceza vereceklermiş ! Devlet hastanesinden heyet raporu alıp, RAMdan rapor alacakmışım. Sonra okula gönderecekmişim. 

Kaynaştırmaya girmezmiş, çünkü konuşamıyormuş. Patikada kız arkadaşıyla evcilik oynaması, dans etmesi, her öğretmenine sarılıp kirpiklerinden öpmesi önemli değilmiş. Zihinsel engellilerle aynı sınıfa düşebilirmiş. Onun psikolojisinin ne olduğu önemli değilmiş. Yeterki okula gitsinmiş! Ha özel eğitim sınıflarındaki bir çocuğun kapının önünde sahipsiz durmasına, güya özel eğitim öğretmeninin verdiği cevap ‘e ama çok ses çıkarıyor, ders yaptırmıyor’ Muş – o çocuk sınıfın dışına çıkartılması, dışlanması önemli değilmiş- okula gidiyor Ya, o yetermiş !!!

Yahşi Uygulama ve Eğitim merkezindeki çok kıymetli bir müdürle görüştüm bugün. Bu çocuk burda heba olur dedi, evet biz özel eğitim veririz ama normal çocuklarla iç içe olmalı. Burası doğru adres mi Pınar hn dedi. 

Bodrumda kaynaştırma yapan bir özel okul da Yok ! Çünkü bununla ilgili bir fizibilite ve planlama yapacak, buna cesaret edecek bir eğitmen de Yok ! Yok da Yok !

Teneffüs vaktiydi okulda. Yahşi’ye giden çocuklar bahçede dans ettiler. Benim EGOm barlarda, sahillerde boy boy selfieler çekerken, o çocuklar devletin terk ettiği okulda gülümsemeye ve dans etmeye devam ediyor !!! Trilyonluk evlerimize giderken, kapısına uğrayıp hiç zaman geçirdik mi o çocuklarla ?

Bugün nice duygunun içinden geçtim ! Bugün ağladım ! İsyan ettim ! Utandım ! Korktum ! Dehşete kapıldım ! Panikledim ! Sakinleştim ! Derin üzüntü yaşadım yavrularımıza ! Yavrularımız diyorum. Ama benim devletimin belediye başkanı bir alt sınıf açalım diyen müdüre, Üsküdar’ın tüm gerizekalılarını buraya mı toplayacaksın diyormuş ! Benim evladıma, evlatlarımıza ‘gerizekalı’ diyormuş !

Bana soruyor dostlar. Burda ne işin var ? Niye Londra’da? Hollanda’da ? İsveç’de yaşamıyorsun ??? Çok basit diyorum! Burası memleketim, toprağım, buraya hizmet etmek istiyorum !!!

Ben sana tutundukça Türkiye, sen beni neden eleştiriyorsun ? Çocuğuma neden gerizekalı diyorsun ? Ben niye ahlaksız oluyorum arkadaş sokakta sevdiğim adamı öptüm diye ? Adam aldatınca neden kahraman oluyor, neden bir şans daha ver oluyor ? Neden bir daha aldatırsa o zaman kovalarsın oluyor ! Bu mu kendimize ve birbirimize biçtiğimiz değer ??? 

Bu mu insanlığımız ? 

Tek başınayım sandığım bir andı ! 

Şu resimdeki kadın girdi hayatıma ! Karadenizlidir haaa, kafasını attırmayın Fadime nenesi gibi silahı doğrultur size !!! Senin uşağunun hiç bir şeyi Yok dedi ! Has uşak bu! Has !!! Bizim çocuğumuza okul da buluruz, doktor da buluruz dedi !!! Benimle bir ağladı, yeri geldi çarkıma okudu ! GERÇEKTİ GERÇEK ! 

Perdenin arkasında başka GERÇEK insanlar da vardı, sevgili Ego ! Tüm İstanbul psikologlarını ve eğitimci arkadaşlarını mesai harcayıp arayan sevgili Mehmet Öcalan, sabahın 7’sinde imdat dediğim an arayan bir tanecik Ozan’ın annesi Sedef Erken, kardeşim, hayattaki en büyük şanslarımdan biri Sırma’m, İstanbuldan nen var burdayım diyen Güneş Anne, TED Bodrum kolejinde bir telefonumla koş gel diyen Meryem Hn & Meltem’im, Demirimin öğretmeni Onur Durukan, Patikada beni ağlayarak gördüğünde boynuma sarılıp benimle ağlayan Fatinur, Marie Paul, gözyaşlarını içine akıtan gölge öğretmenimiz Mesut Hoca,Özlem’imin Sevda Ablası, Sevda Ablanın Emel kızı, Ege Üniversitesindeki Prof Gaye Erel kızı, Yahşi müdürü Gönül hn- beni hiç tanımayan ama Ordu gibi arkamda duranlar !!! GERÇEK İNSANLAR ! EGO’nun kıramadıkları ! Yıkamadıkları ! Minnettarlığımı dile getiremediklerim! 

Ey EGO ! Biliyorum ! Cilveleşiyorsun ruhumla zaman zaman. Hatta yenik düşüyorum sana ! Ama pes etmiyorum !! Gerçek olmaksa bu hayattaki tekamül sınavım, hodri meydan !!! Seni dansa davet ediyorum !!! 

 
İmza: Yorgun anne (en ahlaksızından !!! )

Adı Derin …

Kundakta bir bebek
 
Annesi emziriyorAçık kapıdan içeri giren ışık süzmesi

Mutlu. Huzurlu, bebek

Cennetin kucağında sanki…

 

 

Bir anda gelen tanklar

Telaşla üstünü örten anne

Bebeğini kaptığı gibi samanlığa gidiyor

Bebeğini önce bir battaniyeye, sonra samanların arasına emanet ediyor

Ürkek

Titriyor

Son kez öpüyor yavrusunu

Annesinin çığlıkları kulaklarında

Annesinin kokusunu son kez duyduğu an

Bir daha hiç öyle güzel bir koku duymuyor

  15 yaşlarında bir delikanlı olduğu ana geçiyor

Domuzla burun buruna

Çocuğun domuzla düellosu

Nefret dolu çocuk

Öldürmek istiyor

Sokaklarda büyüdüğü sahneleri görüyor kesik kesik

Ona acıyarak yemek veren insanları

Yırtık pabuçları

Soğuk kaldırımlar kalbini üşütüyor

Acıyarak bakan her yüzde biraz daha nefret ediyor insanlardan

Hırsını domuzdan çıkarıyor

Öldürmek istiyor

Herkesi öldürmek istiyor

Nefret dolu

Geceleri, soğuk kaldırımlarda uykuya sığınmak üzereyken sıçrıyor, annesinin çığlıkları hiç gitmiyor

Yalnızlığı, kimsesizliği giymiş bir gömlek gibi

 

Sıçrıyor uyandığı yerden

Tüm hücreleri öfke ve nefret dolu

Elinde hala öldürdüğü domuzun kanları

Kaldırım taşlarını ikişer üçer atlıyor

Öldürmek istiyor

Zarar vermek istiyor

Sanki öldürürse canının yanması geçecek

Sanki acı çekerse onunla birlikte yalnız başa çıkmak zorunda kalmayacak o acıyla

Sanki öldürürse, o da ölecek, bitecek

Öyle olmuyor

Yerde uyuyan evsiz kimsesiz bir kadın

Küçücük bedenli bir kadın

Arkası dönük

Yüzünü ateşe dönmüş

Üzerine attığı eski, pis, siyah bir entari

Güya ısıtsın diye

Bilmiyor ki birazdan ölecek

 

Aynı gün hem domuz hem kadın celladı oluyor çocuk

Ama sandığı gibi acıları dinmiyor

 

Uyuyor ama buzdan taşın üstünde

Nihayet başkasının çığlığıyla annesinin çığlıkları susuyor

 

Ölüm anına geç diyorum

Çok geçmemiş aradan

Bu sefer kurban o olmuş

Boğazımı kesiyor diyor

Nasıl hissediyorsun diye soruyorum

‘Eh hak ettim … Başka türlü susmazdı Vicdanım!’

 

Işığa geçiyor

Hafifliyorum

Sanki uçuyor gibiyim

Yaklaştıkça büyüyor sanki Vicdanım

 

‘You know it ‘!

 

‘Biliyorsun’ diyen bir ses…

 

Derin derin kulağımda çınlıyor

 

‘Biliyorsun !’

 

Arkamı dönüyorum

Büyük Baba karşımda

Kollarını açıyor

En sevdiğine kucak açar

En yaramaz çocuğunun başını okşar gibi

‘Gel!’ diyor, ‘gel!’ Gel sana göstereyim !’

 

Beraber yürüyoruz

Yürürken ben her şeyi yukardan görüyorum

Bir şahin gibi

 

‘Merhamet !’

 

‘İlk dersimiz, ‘merhamet’

 

Yalnızlık kötü değil

Yalnız değilsin

Bir Evren var seni besleyen

Allah var

Seni gören ruhlar var

 

 

Yalnızlığın intikamını başkasından alma

 

 

Önündekini gör

 

Önündeki koca resmi

 

Önünde kocaman bir dünya var

 
Yardım et …

 

başkalarına yardım et …

 

Merhametli ol !

 

İyi bir insan !

Ol!

İyi insan’ın hakkını dolu dolu ver !

 

Örnek ol !

 

Çocuklar

Ah o çocuklar

Çocuklarımız

 

Çocukları koru

 

Çocuklar çok güzel! Saf ! Tertemiz ! ‘

 

Soruyorum biraz sabırsızca

 

‘Nasıl değerlendiriyor bu geçmiş hayatı nasıl yaşadığını?’

 

 

Gülümsüyor …

 

‘Çok da önemli değil diyor ! ‘Önemli olan ‘duygu’ !’

 

İlk bedenlenmen değil !

 

Sen de biliyorsun… Yüzlerce bedenlenmen var

 

Yüzlerce farklı senaryo, farklı sahne, farklı roller…

 

 

Ama bu hayat…

 

Merhameti öğrenmek istedin ya hani…

 

Merhamet öğrenilmiyor, çocuk

 

Merhamet OL’unabiliyor

 

Ancak şevkatin kendisi olursan, merhametli olabilirsin

 

Gözlerinden akan o şevkat, herkesi kavrayan, içine alan o şevkat

 

Hayat için sana o kadarı yeter.

 

Bu hayatın bedelini ödemek istedin

 

Vicdan… Hani yüreğini sıkıştıran, bana yaklaştıkça yüzleştiğin o vicdan

 

Bak sonrasında nerelere götürdü seni:

 

Bir fahişe olarak görüyor kendisini bu sefer

Yine soğuk kaldırım

Bir sürü erkek nefesi üzerinde

Umursamıyor

Bedeni hoyratça eziyet görüyor

Vicdanının sesi susmuyor yine de

 

Sonrasında bir sokak köpeğinin karnına yatmış kimsesiz bir oğlan çocuğu olarak görüyor kendisini

Fransa’nın ihtilal öncesi

Ve yine bedeninin örselendiği, acının binbir çeşidini deneyimlediği sahneler

 

Ben cezalandırmıyorum seni, çocuk!

Sen yapıyorsun bunu kendine!

Oysa ki af dilediğin, vicdanınla burun buruna kaldığın o an

Derin üzüntüyü ve suçluluk duygusunu, pişmanlığı hissettiğin o an

Tövbeye sığındığın

Yaradana sığındığın o an

İşte o andan sorumlusun!

 

Ben ruhunu görüyorum

Benden çıktığın öz halini

 

Ah o kendini tekrar tekrar cezalandırığın hayatlar

Ruhuna ettiğin eziyet

Gerek yok bunlara

Ama acı çektikçe genişledin

Ruhun büyüdü

Yüceldi

 

Daha iyi anlıyorsun artık…

 

Aynı şey aslında

Ceza veren

Ceza alan

Aynı yerden geliyor

Aynı kader

Farklı iki yol yaratıyor

Seçim senin

 

İyi OL’mak

Bir seçim

Bir erdem

Bir güzellik

Işığı seçmek

İyiliği seçmek

İyiliğe inanmak

Tanrı’ya ulaşmak

 

 

Çocuklar

 

Ah o çocuklar

 

Çocukları koru !

Ağlamak istiyorum diyor uzandığı terapi yatağında

 

Bırak çıksın diyorum, izin ver

 

Katılırcasına ağlıyor….

 

Babasının dizlerine sığınmış bir çocuk gibi ağlıyor

 

Affetmiş beni! ‘yi zor duyuyorum katılmalarının ardında

 

Çok üzgünüm

Bilmiyordum

Bilmeyerek yaptım

 

‘Hala kızgın mısın kendine’ diye soruyorum…

 

‘Hala cezalandırıyor musun kendini?’

 

‘Sabote ediyorum kendimi… ya yine zarar verirsem?

Ya çıkarsa içimden benden bağımsız?’

 

Çıkamaz diye kükrüyor, büyük Baba

 

O bilinçte değilsin artık

Öğrendin

Büyüdün

Çoğaldın

Genişledin

 

Kurban değilsin !

 

Odağını aldığın yola çevir

Başardıklarına

Dağları aştın

Denizleri aştın

Kocaman bir dünya yarattın

 

Tanrı senin içinde

Her yaptığın şeyde

O’nu onurlandırman lazım

 

Yaptıkların

Yarattıkların

Tüm yaratımınla Tanrısın aslında

Görmüyor musun ?

 

You know it !

 

Biliyorsun !

  Yeni olana yer aç

Eskiyi bırak

Eskiden öğretini al

Ve an’a bak

An’ı onurlandır

Haddini bilirsin

Tanrısın evet, ama Tanrı’nın çocuğusun

Diğerlerinden farkın yok

Ne eksik

Ne fazlasın

Her biriniz eşsizsiniz

Vazgeçilmezsiniz

Ama aynı zamanda önemsizsiniz

Önemli olan sisteme kattıkların

Sisteme verdiklerin

Hepiniz çok güzelsiniz

 

Ceza yok! Ceza dediğin şey senin algın!

 

Yol’da ilerle

Keyfini çıkar yol’un, öğrenciliğinin ve öğretmenliğinin !

 

Yaşam aynı Kaynak’tan geliyor !

 

Var olandan, var oluşa geçmek için

Geldiğin Kaynak’tan

Gideceğin Kaynak’a gitmek için

Öğrenmek için

Evrilmek için

 

 

Bak aşağı!

 

Akan bir nehir

İncecik görüyorsun uzaktan

Gel

Yanına inelim

Aşağı yamacına sığınalım

Bak, nehrin kıyısında kocaman upuzun gürül gürül akanı görüyorsun

Bak işte buna

Bunlar başardıkların

Bu kadar derindeler

Bu kadar gürül gürüller

 

Sen yukardan bakıyorsun hep başarılarına

İncecik nehri görüyorsun

Işıltılarını atlıyorsun

 

Algını değiştir, çocuk !

 

Neye yönelirsen, ona dönüşürsün

 

Hata yapmaktan korkarsan, yaparsın o hatayı

 

Olmayana değil

Olana ver odağını

Olanı onurlandır

 

O zaman nehrin suyuyla temizlenir

Nehir boyunca akabilir

Ve nehrin suyunu başka pınarlara da taşıyabilirsin !

 

Onlar da girer, içinde yüzerler !

 

Senin dersin bu hayatta tam da bu

 

Suyu, ışığı, yaşamı başkalarına da taşımak !

 

You know it !

 

Sadece mutlu ol !

 

Mutluluğu onurlandır!

 

Mutlu olursan,

 

Işığın daha çok yayılır…

 

O ışığı görenler, mutluluğa dönüşür

 

Seninle değil,

 

Ancak ışığınla dönüşür

 

Esas olan sen değilsin !

 

Esas olan ışığın ta kendisi !

 

Bırak, öğrencilerin de kendi ışıklarını keşvetsin !

 

Her şey sunuldu sana, çocuk!

 

İhtiyacın olan her şey var içinde

 

Dar olan, eksik olan, yetmeyen senin zihninin yanılsamaları

 

Kalp

 

Ruh

 

Biliyor

 

Hissediyor

 

Zihin öğrenecek

 

Ama ruhun biliyor

 

You know it !

 

İyi olmak erdemdir

 

Merhamet getirir

 

Şefkate giden yol

 

Şefkat,

 

Kalbe giden yol

 

Kalpte ise

 

Tanrı var

Biliyorsun !

Adın Derin…

Ama Ne Seneydi, Arkadaş ? 

  
2016’nın ilk gününü umutla, heyecanla, aşkla, sevgiyle, huzurla karşıladık… Dua ettik, mumlar yaktık, havai fişekleri şampanyalar patlattık, sevdiklerimizi aradık, küslerle barıştık, şiirler yazdık, kimimiz aşk diledik, kimimiz para diledik, kimimiz canıyla savaştı hastanede, kimi yeni bir can dünyaya getirdi, kimi askerde teskere saydı, kimi mapusta konuşma, düşünme, yazma özgürlüğünden mahrum kaldı… Kimi eller havaya içti sarhoş oldu, kimi pijamalarıyla yuvasında anne babasına, evladına sarıldı … Kiminin umrunda değildi bir yıl bitmiş, yenisi gelmiş, kimisiyse öyle anlamlar yükledi ki yeni gelen yıla, ‘yıl’ın ödü patladı ya beklentiyi karşılayamazsam diye… 

Ah bu anlam yüklemeler, ah bu beklentiler, ah bu hep almak isteyip verememeler… 

Birbirimizden beklediklerimiz, eşlerimizden beklediklerimiz, arkadaştan eş dosttan beklediklerimiz, ebeveynlerimizden, çocuklarımızdan beklediklerimiz, hele hele kendimizden beklediklerimiz… 

Ah o kendi kendimizin en büyük düşmanı oluşumuz, ah o kendi cephemize açtığımız savaşlar…

Susturamadığımız zihnimiz, her şeyi biliyor hallerimiz … 

Anlamsız kaprislerimiz, anlamsız dert edinmelerimiz… 

Acıdan beslenişimiz, hatta acıya acı katmalarımız… 

Daha çok, daha da çok istemelerimiz, daha çok bilgi, daha çok kitap, daha çok para, daha çok ev arsa, daha çok bilye… 

Ah şu her şeyi en kolay yoldan istemelerimiz… 

Pembe yalanlarımız, hele hele kendimize söylediklerimiz… 

İğneli konuşmalarımız, söylemek isteyip yuttuklarımız, affedemediklerimiz, gönül koymalarımız …

Ah bu insan hallerimiz…
Eziklenmelerimiz ya da kendimizi diğerlerinden üstün görmelerimiz … 
Ah bu kendimizi gerçekleştirmekten, başarmaktan ürkek hallerimiz … Ayak sürmelerimiz, macunla yapışmamız kaldırıma, adım atamamalarımız … ‘Ama şöyle’lerimiz …

Peki ya kırdığımız kalpler? Bilerek veya bilmeyerek? 
Peki ya sessiz kaldıklarımız?

2016 çok yüklü geldi zaman zaman… 

Evlat acısı çeken iki dosta sarıldım, kollarımda ağladılar … Aynı sene içinde 2. bebeklerine gebe kaldıkları haberini müjdeledik göz yaşlarıyla… Ne buruk bir sevinçti o? 

2016’da anne olarak da çuvalladığımı hissettim zaman zaman, konuşamayan, Otizm spektrumu tanısı konsa mı konmasa mı bilinemeyen ama diabet tanısı ‘pat’ diye yapıştırılan bir evladın gözlerine bakmaya utandım. Suçluluk ve çaresizlik duygularının hakkını verdim. 

Memleketimizin kan ağladığına, kıvrandığına, kendi kalesine gol attığına, kendi kafasına sıktığına şahit olduk … Çok şehit verdik … Masum gençlerimiz, çocuklarımız, polisimiz, askerimiz öldü … Kadınlarımıza, kadınlığımıza hakaret ettiler… Göç aldık, binlerce zehir gibi beyin göçü verdik… Türkiye Cumhuriyeti’nin yardım çığlıklarına duyarsız kaldık, ya da oturduğumuz yerden Şövalyelik yaptık. Aşıkların el ele gezdiği sokaklarımız bombalandı, Aşka nişan aldık ! Atamızı utandırdık. Zaman zaman gururlandırdık. Yılmadık. Vazgeçmedik. İnandık!

2016’da aldattık. 

Aldatıldık. 

Dost kaybettik. 

Dost kazandık. 

İnsanlığımızdan utandık. 

Ama sonra ona yeniden sarıldık. 

Tutunacak adam gibi adam, insan gibi insan Mustafa Koç, Tarık Akan, Gönül Ülkü Özcan, Yaşar Nuri Öztürk, Münir Akça gibi soydaşlarımız vardı. İnsanlık o kadar da kötü olamazdı ! 

Can dostlarımdan anne ve babalarına veda edenler oldu… Hastalık haberiyle yıkılanlar, sonra yeniden umuda tutunanlar … Yaşamın eteğini bırakmayanlar … Yangında, selde malını mülkünü kaybedenler ve imdadına yetişen köylüler …

2016 bir bok bilmiyormuşum dedirtti bana ve çoğumuza … Bilmemek ayıp değildi ki, Öğrenmeye direnç göstermek, şımarıklık edip, nankörlük edip gönderilen öğretilere kulak tıkamaktı en büyük ayıp ! 

2016 mucizelerini de gösterdi, yalan değil ! 

Ağlattı çok evet. 

Ama o ne kahkahaydı, arkadaş? 

2017’den ne diliyorum?

2016’ya ettiğim zulmü etmeyeceğim ! Çıta yüksek değil bu sene ! 

Önce Sağlık en ön sırada yerini alsın

Sonra huzur

Sonra sevdiklerime daha çok sarılmak 

Sevdiklerime sevgimi daha derinden hissettirebilmek

Daha çok güneşin doğuşuna ve batışına şahit olmak

Daha çok denize taş atmak

Daha güzel bakmak, görmek, görünmeyeni de gönül gözümle görmek

Avaz avaz şarkı söylemek, müziğin, şiirin hakkını daha çok vermek

Ben geldim diye çat kapılar yapmak

Mektup yazmak, göndermek, sonuna da ‘hasretle kucaklıyorum’ demek…

Doğanın sihir ve büyüsüne daha çok şahit olmak

Özür dilemek. Gönül almak. Değerli hissettirmek. 
Bağışlamak. Bağışlanmak. 
Sevginin tek gerçek olduğunu tekrar tekrar anlamak. Hepsi bol kepçeden. 

Daha çok çocukla oynamak. Daha çok oynamak. Oynarken kendinden geçmek

Dans etmek doyasıya 

Ağaç dikmek, tohum ekmek

Teşekkür etmek, daha çok, hep daha çok şükran duymak …

Hakkını vermek yaşamın … Öyle kıymetli ki… 
Yaşamı onurlandırmak tüm hücrelerimle…

2016 seni seviyorum 

Ama yalan değil. 

Yoruldum 

Ama bir gerçek daha var

Minnettarım 

Tüm yorgunluğa rağmen, şükran dolu kalbim…

2017

Bring it on, baby! (Gönder gelsin, bebeğim ! )

Hayellerinizden ötesini gerçekleştirdiğiniz bir sene diliyorum 

Sevgi ve şükranla

Pınar Gogulan

EL-VEDA MİGREN

  
 Şüphe okuyordum yüzünde. ‘Bu da iyi gelmeyecek nasılsa, ama hadi denemiş olurum’ diye girdi seans kapımdan.

 

Böylesine alımlı, böylesine güzel bir kadın, ışıl ışıl, nasıl üç günde bir kendisini yatalak hale getiren migren ağrısı çelebilirdi?

 

‘Her şeyi denedim, senelerce nöral terapi aldım, akupunkturu denedim, scioya bağlandım, denemediğim şey, çalmadığım kapı kalmadı! Hocaya bile gittim çaresizlikten. Olmadı. Yine olmadı! Üç günde bir geliyor, tarifi mümkün olmayan bir acı. Ellerim ayaklarım uyuşuyor, paralize ediyor. Sanki başımın içini matkapla deliyorlar, sanki beynimi parça parça kesiyorlar. Elektrik çarpmış gibi titriyorum. Hiç bir insanoğlu ulaşmamıştır böyle bir acıya. Morfin veriyorlar. 2-3 gün uyutuyorlar. Biraz olsun gözümü açabiliyorum sonra.’ diye anlattı çaresizce

 

‘Ne zamandı ilk atak?’ diye sordum.

 

‘2011.’

 

‘2010’da ne oldu?’

 

‘Evlendim ve işi bıraktım.’

 

‘Biraz kirli çamaşırları dökmeye benzer Recall Healing. Hazır mısın tüm sırlarını çöpe atmaya?’

 

‘Burada mı kalacak peki?’

‘Merak etme. Bana seansa gelen karı koca, kadının ve adamın sevgilisi veya gelin kaynanalar var. Birbirlerinden hala habersiz bir senedir geliyorlarsa…’

 

‘Anladım. Yok bizde sevgili vs durumu değil.’

 

‘Kim üzdü bakalım seni?’

 

Ağlamaya başladı sevgili Efsun.

 

Evlendikten ve işi bıraktıktan sonra başına gelenleri anlattı önce. Kimlere kırıldığını, kimlere gücendiğini. Yaşadığı hayal kırıklığını….

 

O an nasıl hissettin? diye sordum.

 

‘Beynimden vurulmuşa döndüm!’

Bir daha söyle az önceki cümleni…

 

‘Beynimden … vurulmuş….. Pınar Hanııııımmmmmm!!!! İnanmıyorum!’

 

Bir kahkaha attı.

 

Evlilik sonrası,işi bırakmanın verdiği sıkıntı ve stress ve çevresindekilerden gelen baskı, yaşadığı hayal kırıklığı ve üzüntü ‘beyninden vurulmuş ‘ gibi hissettirmişti.

 

Recall Healing ve Yeni Alman Tıbbında deriz ki, beyin olan ile ‘gibi’ arasındaki farkı bilmez. Siz sırtımdan bıçaklanmış gibi hissettim derseniz gerçekten beyniniz sırtınızda bir bıçak yarası olduğunu sanır, sırt bölgenizde egzema ile uyanabilirsiniz ertesi günü.

 

‘Bu mu yani? Bu kadar mı?’

‘Hayır! 2010’da yaşadığın bardağı taşıran son damla. Haydi bakalım, hastalık haritanı çıkaralım.’

 

Anne karnı 26 haftalık, 1 yaş, 6,5 yaş, 26 yaş… Bu yaşlarda travmaların var. İlk hatırladığını anlat.

 

Bilinçaltına attığım bu sorularla, geriye doğru gitmeye başladı. Görebiliyordum.

 

‘Özellikle fiziksel anlamda başına darbe aldığın var mı?’

 

‘26’ da ölümden döndüm, çok büyük bir kaza yaşadım. Ve evet başımı çok kötü vurdum.’

 

’13 yaşta da kazan var mı peki?’

‘Nasıl bildiniz?’

 

‘Ben bilmedim. Biyolojin söyledi.’

 

’13 yaştaki kazanı anlat bana. Nasıl oldu?’

 

‘Karşıdan karşıya geçecektim. Motor çarptı. Havada uçtuğumu hatırlıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum, bayılmıştım. Ama ruhum bence orda bedenimden çıktı. Çünkü ben yukarıdan her şeyi izledim. Kalp masajı yaptıklarını gördüm. Ama sonra anlattığımda, kimse inanmadı bana’

 

Gülümsedim.

 

‘Hadi, o güne gidelim.’

 

Bir kaç saniye içinde hemen hafif transa geçmiş 13 yaştaki kaza anına gitmişti. Her anını izledi ve bana anlattı. Travmanın içinden geçti önce sakince.

 

‘Yerde yatıyorum. Baygınım!’

 

‘Yukarıdan mı bakıyorsun peki?’

‘Evet. Başıma toplandı herkes’

 

‘Aşağıda yatan bedene bakarken neler düşünüyorsun?’

‘Çok yabancı geliyor. Ben çok hafifim şu an, özgürüm, uçabiliyorum.’

‘Sonre neler oluyor?’

 

‘Öldüm galiba, cennete gelmiş olabilir miyim? Çok parlak burası. Bir tünelin içinden geçtim ve inanılmaz ışık süzmelerinin olduğu bir yere geldim.’

‘Karşılayan var mı seni?’

 

‘Evet. Ama görmüyorum. Ama varlığını hissettiğim birileri var. Yol arkadaşı gibi.’

 

‘İletişim oluyor mu aranızda?’

‘Bir şey söylüyor kulağıma tok bir sesle.’

‘Ne diyor?’

‘Bitmedi daha! Bedene dönmen gerek!’

Gönderiyorlar beni.

 

Gitmek istemiyorum sanki…

 

‘Ama dönüyorsun.’

 

‘Evet dönüyorum.’

‘Bak bakalım, ruhunun, enerjinin yüzde kaçı bedenine geri döndü?’

Sessizleşiyor….

 

‘Her bir parçam değil sanki’

 

‘Biliyorum. Ama anlamaya çalış. İnsan aritmetiğinde, yüzde kaçın bedenine geri geldi?’

 

‘Yüzde 60! Ay mümkün mü bu Pınar hn?’

 

‘Yüzde kırkı nerde peki?’

 

‘Hala orda! Gelmek istememiş!’

‘O yüzden mi kaybolmuş hissettim hep kendimi o kazadan sonra?’

 

 

‘Yüksek olasılıkla. Haydi, ruhunun ışıkta kalan parçasını buradaki bedenine geri çağıralım.’

Derin nefesler al yavaş yavaş. İzle bakalım gelen enerjiyi, nereye yerleşiyor.

 

‘Üst gövdeme, sapsarı bir ışık süzmesiyle geldi, içinde mavilikler de var. Pınar Hanım, başımdan sanki bir tır kalkıyor.’

‘Farkındayım.’

 

Daha sonrasında 26 yaşındaki kaza anına gitti sevgili Efsun. Her iki kaza ile ilgili bedeninin aldığı hasarı dönüştürdük beden terapiyle.

 

Fiziksel aldığımız travmaların izleri hücrelerimizde ve astral bedenimizde kayıtlıdır. Bunlarla ilgili herhangi bir terapi almadığımızda, bu travmalar daha sonra bedenimizde kronik hastalık olarak tezahür edebilir.

 

Peki…,6,5 yaşında benimle dertleşmek isteyen küçük bir kız çocuğu var. Yok olmak istemiş. Göz önünde olmasın istemiş. Kendisinden büyük, iri biri tarafından hakarete uğramış. Onunla konuşabilir miyim?

 

Kaza travmasını dönüştürmenin verdiği huzurla gülümseyen yüzü sorumun üzerine karardı sevgili Efsun’un.

 

‘Gitmek zorunda mıyım oraya da?’

 

‘Mecburen. Yoksa çıkaramayız 6,5 yaşındaki küçük kızı ordan. Bize ihtiyacı var!’

 

‘Üvey babam…’

 

‘Ne yaptı sana?’

 

‘Hiç sevmedi beni. Hep ezdi.’

 

‘Hadi kapat gözlerini ve küçük Efsun için en kötü güne git.’

 

‘Evin salonundayız. Annem dışarı çıktı. Biz yanlız kaldık. Annemin yanında hiç konuşamazdı benimle böyle. Hep o gittikte sonra…’

‘Neler söylüyor?’

‘Sevmiyorum seni. Fazlalıksın sen. Baban gibisin. Böceksin. Görmek istemiyorum seni. Çirkinsin, çok çirkinsin. Şişkosun. Kimse almayacak seni. Başımıza kalacaksın. Allah’ın cezası.’

‘Nasıl hissediyorsun o bunları söylerken?’

 

‘Böcek gibi. Yok olmak istiyorum. Ortadan kaybolmak. Kimse beni görmesin. Suçlı hissediyorum biraz da… Ben ne yaptım ki? Niye sevmiyor beni?’

‘Cevap verebiliyor musun?’

‘Hayır.’

‘Hiç cevap verebildin mi?’

 

‘Asla. Benden çok büyük ve iri. Ya bir şey yaparsa?’

 

‘Annene söyleyebildin mi?’

 

‘Hiç bir zaman.’

 

‘Peki seni sözleriyle dövmüş üvey baban. Bak bakalı, o yumruklar bedeninde nerelere gelmiş?’

‘Hep başıma. Hep başıma vurdu sözleriyle. Zaten annem evden çıkacağı zamanlar, başımda inanılmaz bir zonklama başlardı. Sanki dayak yiyeceğimi bilirdim…’

 

‘Haydi bakalım, bu sefer en başına dön ve o adama bu sefer, bir güzel söylemek istediğin her şeyi söyle.’

 

Panikledi, sesi titredi. ‘Yapamam. Ya bana bir şey yaparsa?’

 

‘Yapamaz. Yalnız değilsin çünkü bu sefer. Yanında ben de varım. Dilediğin, istediğin her şeyi söyleyebilirsin.’

 

Yirmi dakikaya yakın sürdü yumrukları, bağırışları, çığlıkları Efsun’un.

 

Gözünü açtığında, yüzünü bana döndü, ‘Pınar Hanım, biliyor musunuz, evlilik sonrası yaşadıklarım ve bana söylenenler de bana kendimi böcek gibi hissettirmişti. Orda da yok olmak istemiştim.’

 

‘Biliyorum. Ve migren sana yok olabilmen için şahane bir mazeretti!’

 

Ve o dönemde yaşadıkların aslında 6,5 yaşındaki küçük kızın yaşadığı travmayı tetiklemişti. Hani sen onu uzun zamandır görmezden geldin veya susturdun ya, aslında o içerden başına vurarak sana kendisini göstermeye çalışıyordu.

 

 

Ama hala tam bitmedi.

 

1 yaş…

 

Ne oldu sen 1 yaşındayken?

 

‘Bilmiyorum.’

 

‘Baban? Annen ve baban? Nasıl ve neden ayrılmışlar?’

 

‘Babam karanlık işler yapıyormuş. Annem evlendiklerinde bilmiyormuş. Öğrendiğindeyse bana hamileymiş. 5-6 aylıkmışım karnında’

 

‘Seans başında sorduğum 26 hafta olabilir mi bu?’

 

‘Olabilir!’

 

‘Nasıl hissetmiştir öğrendiğinde?’

 

‘Beyninden vurulmuşa dönmüş. Hep öyle söyler.’

 

Sessizce baktım yüzüne gülümseyerek…

 

‘Yok artık!’

 

Vallahi öyle sevgili Efsun. Migren programın henüz anne karnında başlamış.

 

‘1 yaşı hatırladım!’ diye çığlık attı heyecanla.

 

‘Annem… Beni emziriyormuş. Kapı çalmış… Annemin üzerinde sabahlık varmış. Kapıyı aralamış. Kapıda 3 tane mafya kılıklı adam.’

 

‘Eee?’

 

‘Babamı arıyorlar. Alacaklılar sanırım. İçeri girmişler. Babamı sormuşlar. Anneme zarar vermemişler ama.!

‘Vermesinler. O an o vermeyeceklerini biliyor muydu?’

 

‘Hayır!’

 

‘O adamlar eve zorla girdiğinde nasıl hissetmiştir?’

‘Ödü kopmuştur! Bebeğime veya bana zarar verirler miki diye paniklemiştir.’

‘Yer yarılsa ve şu an içeri girsem diye düşünmüş müdür, yok olayım, kimse görmesin şu an beni.’

 

‘Evet düşünmüştür!’

‘İşte sevgili Efsun! Sen şu an migreninle annenin duasına cevap oluyorsun!’

 

‘Kaç metreydi bu adamlar?’

 

‘2 metre’

 

‘Annenden ve senden oldukça iri yani.’

 

‘Evet’

 

‘Peki bu haneye tecavüz ve tehditler…

 

Annenin ve senin bedeninde nerededir?’

 

‘Başımızda!’

Aferin sana!

 

1 ay geçmişti aradan… Ara ara hep Efsun’u düşündüm. 3 günde bir gelen ataklar.. Nasıl olmuştu acaba? İşe yaramş mıydı? Normalde danışanlarımı takip ederim seans sonrası, biraz zaman vermek istedim ona…

 

Sonra bir sabah teledonum çaldı.

 

Kulaklarım çınladı sesindeki coşkuyla…

 

Hem kahkahalar atıyor hem ağlıyordu sevinçle…

 

Dedi ki…

 

 

‘Evliliğimin 2 yılını yatalak geçirdim ben. Yatakta ölü olarak

Yemeden içmeden …Sefalet içinde. Seanstan beri bir kere bile atak gelmedi. Olamaz dedim. Mümkün olamaz. İnanamadım. Biraz daha bekledim. Nasıl olur?

 

 

Bana hayatımı, dünyamı geri verdiniz!

 

Çok çok teşekkür ederim… Minnettarım. Ben ve tüm ailem.’

Efsun Hanım bir aydır, her gün, 3 yaşındaki şahane oğluyla oynuyor, kahkahalar atıyor, ailesinin, sağlığının, yaşamın tadını çıkarıyor…

 

 

Migrenden mi müzdaripsiniz?

 

Ne zamandır?

 

Hangi durumlarda kendinizi değersiz ve işe yaramaz hissettiniz?

 

Hangi durumlarda yok olmak istediniz?

 

Başınıza travma aldınız mı?

 

Hayattaki en büyük hayal kırıklıklarınız neler?

 

Yok olmak istediğiniz anlar?

 

Bir de sorun kendinize, migreninizin yaşamınızda kime ve neye faydası var?

 

İyileşmek, özgürleşmek öyle basit ki…
Yeter ki yüzleşin

 

Sevgi ve şükranla

 

Pınar Gogulan

 
 

Kurban ve Celladı Volume 2

Tags

, , , , ,

Uzun zamandır gözlemci koltuğundan izliyordum olayları. Ta ki 15 Temmuz akşamına kadar! O gece tam da içinde, birebir yaşadım. 

Ayaklarım geri geri giderek bindim Ankara uçağına o Cuma günü. Her zaman koşa koşa gittiğim başkentten kaçınmak istedim o gün. Havaalanından otelime geçerken başımı Anıtkabir’e doğru çevirdim ve konuştum onunla, ‘Bir şeyler olacak, hissediyorum. Hayır olsun!’

Gece yarımdı otelimin kapısı kırılırcasına çaldığında. Yanıbaşımda da acı acı otel telefonu çalıyordu. Telefonu açtım, endişeli resepsiyonist derhal cep telefonumu açmamı söyledi, kocam ulaşamıyormuş. Elimi cep telefonuma götürdüm, o da ne? 50 cevapsız arama, en üstte de bir mesaj: ‘Darbe oluyor! Nerdesin? Sana ulaşamıyoruz!’

Hemen akabindeki senaryoyu da biliyorsunuz zaten, tepemizde uçan F16’lar, yarım saatte bir okunan selalar, tuzla buz olan otelin camları, yürek dağlaması, tarifi mümkün olmayan bir acı…

Bir çok paylaşım okudum konunun üzerine yazılıp çizilen. Kimileri aydın yazarlar, kimileri fikrine, görüşüne saygı duyduğum eş dost, kimisi konu hakkında hiç bir fikir sahibi olmayıp, sağda soldaki cümleleri ezberleyip, kırık kasetten çalanlar, kimileri okumuş cahiller, kimileri elindeki bayrağı evladına sarıp meydanlara çıkan eğitimli diye düşündüğüm ve söylediklerine ve duruşuna şok olduklarım, kimileri de yabancı kaynaklar…

Her birini tekrar tekrar okudum, zaman zaman ağladım, zaman zaman hiddetlendim, kimi zaman da sessizleştim. 

Tüm bu yaşananlar bana bu hayattaki en çok sevdiğim ve rehber bilgelikler içerdiğine inandığım kitabı hatırlattı: Harry Potter – okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. Kesinlikle bir çocuk romanı değildir, her yetişkin de mutlaka okuyup muazzam rehberlikler alacaktır kendi payına. 

Yaşadıklarımız Harry Potter ve Hogwartz’ın yaşadığı karanlık günlerden farksız. Hatta sihiri ve gücü iyilik için kullanmaya söz verenlerle, kötülükten beslenen ve daha çok güce sahip olmak için kendileriyle aynı görüşe sahip olmayanı acımasızca işkence uygulayıp öldüren güç bağımlıları arasındaki savaşın ta kendisi. 

Peki; tüm bu yaşananlar hangi sebeple yaşanıyor, sonu ne olacak, nereye varacak, bir şey yapıyor musunuz, bir umut var mı Pınar Hn? diye soranlar için yazıyorum. 

1) Umut her zaman var! Umudun bittiği yerde yaşam son bulur! 

Ancak o umuda giden ışık, korkarak, evlerimizde klavye önlerinde kahramanlık yaparak, ona buna söverek, bizden ayrı düşünenleri ötekileştirerek, anlamadan, bilmeden, okumadan, araştırmadan, sözlerimizle döve söve BULUNMAZ! 

2) Tüm bu yaşananlar hangi sebeple yaşanıyor???

Kimileri karma diyor geçiyor, kimi anlayarak söylüyor, kimi anlamadan!

Kimileri vahşi kapitalist kovboy Amerika’yı suçluyor – e tabi hep başkalarının suçu! Biz ak kaşıktan çıkan süt liman melekler!

Kimileri Reisi Cumhuru suçluyor- bitirdi memleketi, tüketti, ülkeyi sattı, şeriat-ı getirmek istiyor! Hepsini o ayarladı…

Kimileri cemaat yaptı diyor…

İşin gerçeği E Hiçbiri ve biraz da hepsi! 

Soruyorum sana arkadaşım, 60 ve 80 ihtilalleri hakkında neler biliyorsun? 

Osmanlı tarihini Muhteşem Yüzyıldan, Hürrem Sultan’dan izlediğin kadar biliyorsan- Karma demem pek de bir anlam ifade etmeyecek sana! 

Kanlı Perşembe ve Turan Emeksiz ne ifade eder senin için? 

Ya Maraş Katliamı? 

Bu topraklarda çok kan döküldü, çok ana gözyaşı döktü evladı için, çok koltuk kavgası oldu, hak hukuk sistemleri defalarca çöktü! Bu topraklar yüzbinlerce aydın, ileri görüşlü, vatanını seven, aile sahibi gencin öldürüldükten sonra gizlice gömüldüğünü veya hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini gördü! Sonra da o evlatlara ‘Hürriyet Şehitleri’ dediler, belki ruhları huzur bulur umuduyla. 

Tarih tekerrürden ibarettir diyen atalarımızın bu bilge sözünü, 21. Yüzyıl bilim adamları, hekimleri Total biyoloji, Recall Healing ve NLP ile şöyle bilimsel açıkladılar:

Sistemde mükemmel işleyen bir döngü vardır! Geçmişin tüm açık kalmış dosyaları, haksızlıkları, travmaları, kapanmak üzere yeniden karşımıza çıkıp tokat gibi çarpar yüzümüze!!! 

Tarihteki tüm açık dosyalar kapanılmayı bekler! Olayların içindeki öğretileri alalım, kendimize düşen payı yerine getirelim, sınavı verelim ve dosyayı kapatalım ister! 

Erteler, öteler, halının altına silkelersek, 10 veya 20 sene sonra daha büyük pislik olarak düşer önümüze!

Şu an olan, tam da budur! Türkiye tarihi tüm açık ve eksik kalan dosyaları tamamlansın ve kapansın istiyor! Atalar onurlandırılsın! Yapılan hatalar fark edilsin! Hatalardan ders alınsın ve bu sefer doğru hareket edilsin! istiyor!

3) Nasıl doğru hareket??? edebiliriz?

Bir kaç hafta öncesinde, aşk ve sevgi kelebeklerinin uçuştuğu kurduğun şahane watsapp grubunu, bir anda meydan muharebesine dönüştürerek atılmaz o doğru adım! 

Sosyal medyada birbirini yiyerek,

Her otu kakayı Erdoğan’a ve müritlerine yükleyerek,

Vahşi Amerika ve Cemaat’e saydırarak,

İsnanlığımdan utandım, Türklüğümden utandım, bu insanlarla aynı memlekette yaşamak istemiyorumlu cümlelerle içini ve sosyal medya hesabını, daha da kötüsü seni takip edenlerin içini karartarak,

Terörü lânetleyerek,

Nerde bu Çarşı? diye efelenerek,

İttirerek, kaktırarak, ötekileştirerek, sadece konuşarak, hiç dinlemeyerek, hiç araştırmayarak, hiç sorgulamayarak, panikleyerek, korkarak, susarak, pusarak, linç ederek, ‘bir elime geçse ben de keserim boğazını’ diye nefretin ve kinin ruhunu ele geçirmesine izin vererek

Atılmaz o doğru adım!!!

Büyümek sorumluluk ister! 

Demokrasi yetişkin toplumlar içindir! Türkiye Cumhuriyeti insanları özgürlük ve demokrasi istiyorsa, önce yetişkin olmaya karar verecekler. 

Yetişkin olmak sorumluluk sahibi olmak, sorumluluk alabilmektir. Önce kendinin sorumluluğunu, sonra başkalarının. 

Objektif bakabilir yetişkinler, tıpkı iki evladı kavga eden bir annenin takınması gereken bir objektiflik bu. Haklıyı haksızı net ve tüm şeffaflığıyla görebilmeli. Taraf tutmadan! 

İçinde bulunduğu vahim koşullarla ilgili başkalarını suçlamak yerine, kendi üzerine düşen hatayı fark edebilmeli. 

Ülkeni mi sattı? Neden sattırdın????

Askerini, ordunu, kurtuluş savaşı komutanlarını içeri mi aldı? Neden izin verdin? Neden sesini çıkarmadın?

Televizyonlarda ‘Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir’, ‘Ölen kadının kardeşini nikâhına almak helaldir’ dedi- sen o kanaldaki dizini izlemeye devam ettin!

Ülke ekonomisini kalkındırdı, senin de işlerindeki hareketlenmeyi sağladı diye, tüm inanç ve prensiplerini çöpe atıp gidip ona oy verdin!!! Bir de dedin ki, ‘Bu ülkede ordu var! Izin vermezler şeriat-ı getirmesine! Cesaret edemez!’ Yüzün kızardı mı 10 sene sonra, kardeşim? 

Daha sıralamama gerek yok, işin özü şu:

Ne yapılsa sustuk! Ne yapılsa Yarabbi Şükür dedik! 

Demokrasi için oy sandıklarında nöbet tutmayı bırak, oy vermeye bile gitmedik! Neymiş bir lider yokmuş doğru düzgün! 

Adım atmak için Lider bekledik!!! Koyun Kimliğini yakıştırdık kendimize! Lider olmadık! 

Atatürk Atatürk sayıkladık. Ama bir Atatürk olamadık! 

Hangimiz Nutuk’u baştan sona okuduk, anlaya anlaya, içselleştirerek, tartışarak, üzerine kafa yorarak!
Biz Atatürk’ü hiç anlamadık, arkadaş! 
4) Umut bitmez diyorum çünkü bu vatanın, bu toprakların insanları Kurtuluş Savaşını silahları olmadan, ayağında çorabı, aşı, ekmeği, döşeği olmadan kazandı!!! 

Umut bitmez diyorum çünkü ‘Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!’

Umut bitmez; çünkü bu topraklarda iki erkek evlat yetiştiriyorum!

Umut bitmez diyorum çünkü, 70’ine merdiven dayamış, babası kurtuluş savaşında savaşmış, 60 ve 80 ihtilalini birebir görmüş, yaşamış babam, ‘Olanlar hepimizin suçu! Geçmişte yaptığımız veya yapamadığımız şeylerin vebalini şimdi ödüyoruz! Ama burası bizim memleketimiz! Bunu da aşacağız’ diyebiliyor! 

Onun umudu var! 

5) Peki anladık ama spiritüel veya fiziksel anlamda ne yapabiliriz diye soranlar

A) Sorun bakalım kendinize- İçinizde hangi savaşları veriyorsunuz? 

Kimlerle küssünüz? Kimlerle aranızda soğuk savaş var? Komşu? Akraba? Kaynana? Koca? Eski karı? Kimlere karşı nefret ve kin duyuyorsunuz?

B) Kendi kendinizle olan iç savaşlarınıza bakın bir de. Kendinizi dövüyor musunuz her gün?

C) Kimin kafasını kestiniz enerjetik olarak? Senelerce en sevdiğiniz arkadaşınızdı! Tek bir hata yaptı! Çıkardınız mı hayatınızdan tamamen? Kopardınız mı kafasını? Yok mu saydınız? Hatta yok olsun mu istediniz!? E hani çok seviyordunuz?

D) Kimin sınırlarını ihlal ettiniz? 

E) “Polis ‘Vicdan’ı temsil eder” dedi bir gün bana bilge bir kadın!

‘Vicdanının sesini duyarsan, vicdanının sesini dinler ve ona göre adım atarsan toplumda polise veya kontrole gerek kalmaz!’ diye ekledi!

Vicdanınızın sesine, en son ne zaman kulak verdiniz?

F) En son ne çaldınız? Kimden çaldınız? Emek hırsızlığı trilyonlar çalmaktan daha büyük bir suçtur! En son kimin emeğini çaldınız? Kimi taklit ettiniz?

G) En son paylaştığınız ‘İyilik haberi’ neydi??? 

Son 1 aydır, paylaştığınız haberlere bir bakın!!! 

Önünüze çıkan iyilik haberlerini de kötü haberleri paylaştığınız gibi paylaşıyor musunuz aynı gayret ve hızla??? Herkese ulaşması için çırpınıyor musunuz? 

E iyi haber olmadı ki demeyin, şimdi size anında yeryüzünde gerçekleşen 100 adet iyilik haberini sayarım! 

Bu dönem bol bol sarılma dönemi! Gördüğünüz tanıdık tanımadık herkese en sevdiğine sarılır gibi sarılma dönemi! 

Bu dönem sevdiğini daha çok söyleme dönemi, evladına, eşine, ana babana, kardeşine, ağabeyine, ablana, arkadaşına! (Sizi seviyorum!)

Bu dönem iyilik yapma dönemi! Koşulsuz iyilikler, beklentisiz, en doğalımızmış gibi…

Bu dönem, lügatımızdan savaş, terör ve darbe kelimelerini çıkarıp, SEVGİ, BARIŞ, HOŞGÖRÜ, ÖZGÜRLÜK, İYİLİK kelimelerini bol bol kullanma dönemi! Tüm dualarımızda bu sözcükleri bol bol katma dönemi. 

Bu dönem küs olduklarımızla, savaş ilan ettiklerimizle barışma dönemi. 

Bu dönem, Televizyonlarda sadece ve sadece Münir Özkul ve Adile Naşit’li ‘Yeşilçam filmlerini izleyip, kardeşlik, sevgi, aile, saygı, hoşgörü, saf aşk, özgürlük, hak, adalet kavramlarını hatırlama, yüreğimizde hissetme dönemi. 

Bu dönem bol bol Af dileme dönemi, şu dört sihirli mantrayı milyonlarca kez tekrarlama dönemi:

Seni seviyorum
Özür dilerim
Lütfen beni affet
Teşekkür ederim

Bu dönem, okuma, araştırma, saygı çerçevesinde tartışma, düşünme, bilime, ilime sarılma, çalışma, çok çalışma dönemi!!’

Bu dönem kendi gölge ve kör noktalarınla yüzleşme dönemi!

Bu dönem Ataları onurlandırma dönemi, sahip olduğumuz özgürlük, Cumhuriyet, demokrasi, ilkeler ve öğretiler için şükran duygumuzu bol bol dile getirme dönemi. 

Bu dönem dua etme ve inanma dönemi! Yasin indirin demiyorum size! Her insanın inandığı mutlaka bir güç vardır, Allah, Buddha, Ra, Ağaç, Ay, Yıldızlar, her ne ise- o inanca sarılma, tutunma, dua etme ve her an güvende, huzurlu, tam ve bütün hissetme dönemi. 

Bu dönem Hoşgörü dönemi, tevazu ve alçakgönüllülük dönemi!

Bu dönem ARI gibi çalışma ve yaratma dönemi! 

Dramdan beslenmek yerine, iyiliğe ve güzelliklere tutunma dönemi!

Ben başaracağımıza sonsuz inanıyorum!!! Tüm kalbimle!

Siz de inanın! 

Sizi seviyorum

Özür dilerim

Lütfen beni affedin

Teşekkür ederim! 

Her anımız sevgi, saygı, barış, özgürlük, aşk, neşe, huzur ve bütünlük içinde geçsin. 

Sevgi ve şükranla

Pınar Gogulan
Not: Kurban ve Celladı yazımı aşağıdaki linkte okuyabilirsiniz
 https://pinargogulanyounity.wordpress.com/2014/11/12/kurban-ve-celladi/
  

İmza: Bir Anne

Sessizim uzun zamandır… Tatlı bir sessizlik değil bizimkisi… 530’a çıkan şekerin sessizliği. Gözümüzü bir açtık, bir de baktık ki, yaşamımızın tam ortasına Diabet çökmüş karabasan gibi. En Can damarımızdan vurmuş, Can Leo’muzdan vurmuş. 

Bir kaç gündür çok fazla su içiyor, bir test mi yaptırsak ki diye düşündüğüm yersiz annelik endişelerim, çok da yersiz değilmiş. Evimin sapağından U dönüşü yaparak hastane yoluna koyulmam, canım arkadaşım ve sevgili çocuk doktorumuz Sevgili İlke’nin yanına şen şakrak varmamız, cihaz yanlış ölçtü herhalde diye oğlumun üç kere delinen minik parmakları, şen şakrak girdiğimiz kapıdan ambulansla mı gitsek yoksa kendi aracımızla sorularıyla çıkışımız, 12 saatlik ameliyatlı büyük oğlumla, şeker komasına girmek üzere olan küçüğümü arabaya atıp 180’le aldığımız hiç bitmeyecek sandığımız İzmir yolu… 

Hiç rol yapamayacağım, 26 Nisan 2016 Salı öğlen 14 civarından beri, isyanım, ağlama nöbetlerim, doktorlarla, hemşirelerle, çevremdeki herkesle kavgalarım, sorgulamalarım, kendimi suçlamalarım, evladıma karşı kuyruğu havada tutma çırpınışlarım, astım ataklarım yaşamdaki tüm rollerimi çöpe atıp, ‘anne’ rolüme sıkı sıkıya tutunuşlarımın belirtileriydi. 

Hastahanede belki bir iki saat uyuduktan sonra, uyanıp gözlerimi açmadığım ve dua ettiğim o an, hatırladıkça acıtıyor canımı:

 ‘Allah’ım ne olur, gözümü açayım ve bir kabus gördüğümü anlayıp evladıma sımsıkı sarılayım.’ 
Öyle olmadı ama, gözümü açtığımda baş ucumuzda bir hemşire Can’ımın kan şekerini ölçüyordu endişeli gözlerle… Ben yine de sarıldım oğluma, bu sefer af dileyerek. ‘Özür dilerim oğlum, kabus değilmiş… Çok özür dilerim.’

Ağır geliyor her gün çocuğuma iğne yapmak, önünden yemeği kaçırmak, saklamak, cesur durdu, canı acımamış gibi yaptı diye ‘aferin’ şaklabanlıkları yapmak, hastahane koridorlarında ‘evime gitmek istiyorum’ çığlıkları atan 2-10 yaş grubu çocukların seslerini duymak, sıraya girip şekeri ölçülen, insülinlerle 300’den 280’e düşebilen çocuklarla ‘çak’ yapmak, yeni tanı konan şokun etkisiyle ağlayan hiç tanımadığın annelere kardeşinmiş gibi sarılıp, ‘Üzülme bacım, buna şükür, evlatlarımız sağ olsun, sağlıklı olsun, Allah çaresi olan dert versin’ diye dualar etmek, onunla beraber ağlamak… Ağır geliyor…

Bugün 6. gün. Nasıl mıyız? 

Evimizi özlüyoruz. Yorgunuz. İsyanın yerini kabulleniş aldı. Bir ekip olduk. Sağlam bir ekip. Arada iniş çıkışları olan bir ekip. Can Leo önümüze sonsuz kapılar açtı bugüne kadar, başımıza gelen bu ‘şer’in içinde şüphesiz bir ‘hayır’ var diyoruz, inanıyoruz. Ama yine de zaman zaman ruhumuzla ve ilahi olanla bağlantıyı koparabiliyoruz. Konuşuyoruz. Karı koca 12 senelik evlilikte konuşmaya çekindiklerimizi konuşuyor, birbirimizi ve kendimizi yeniden keşfediyoruz. Can Leo 4,5 sene direnç gösteriyordu belki büyümeye ama 4 günde bir anda büyüdü, oğlumuzun büyük hallerine hayretle bakakalıyoruz. Bazen bunu halledeceğiz, üstesinden geleceğiz, güçlüyüz derken, hiç beklenmedik bir anda dibe vurabiliyoruz. İnsanız. Her şey insana ait. 
Tekâmülün bu virajına 100’le girdik, aman takla atmayalım diye koltuklarımıza sıkı sıkı tutunuyoruz. 

Hiç bir şey bilmiyoruz. Bundan sonra bizi neler bekliyor ön göremiyoruz. Diabeti misafir mi edeceğiz yoksa ailemizin bir parçası mı olacak tahmin yürütemiyoruz. Bir an kendimizi durumu daha kötü olan çocukları görüp şükrederken buluyor, utanıyoruz. 
Utanıyorum!

Tüm utancıma ve suçlamalarıma rağmen madalyonun bir de parlak tarafı var şüphesiz, o da destek ekibi. Tüm aileden, hastahaneye koşan dostlardan, Ege Üniversite’si Hastanesi Endokrinoloji bölümü hemşire ve doktorlarından, İngiltere’de en yakın dostlarımdan olan ve hayatta tek diabet hastası tanıdığım olan Sevgili Joulie’den, tanı konduğu andan itibaren her nefesimde yanımda hissettiğim canım İlke’mden, ‘Yanlız değilsin, biz varız diye arayıp dua eden oğlumun ana okulu sahibesi canım Marie Paule’den, Demir’imin öğretmeni biricik Onur Hn’dan, kardeşim Sırma’mdan, ameliyatlı oğluma anneannelik yapan Rengin Sultan’dan, arayan soran ama asla telefonlara bakamadığım veya konuşmaya cesaret edemediğim (seslerini duyarsam ağlayacağım ve oğlum üzülecek) dostlardan, hiç tanımadığım hastanede karşı odadaki diğer annelerden, öğretmenim Gilbert Renaud’dan, Demir’ime bakmak için sıraya girenlerden, hastane ve ev arası yoldaşlık yapan taksi şöförlerinden, onkoloji bölümünde evladı yatan ama bana cesaret ve güç ve moral veren muhteşem ve yüce bir kadından, can arkadaşım Pediatrik cerrah Emel Oğuz’dan, Scio Türkiye Distribütörleri sevgili Dr Gökhan ve bana cihazın tüm hokkabazlıklarını bir günde kahve molası bile vermeden öğreten, anlatan İrem Şentürk’den, ta Mersin’den şifa gönderen Tümay’ımdan, tüm dostlardan,  evrenden, ilahi olan tüm güçlerden müthiş yardım, destek ve dua alıyoruz. 

Rabbim! Hepimiz emanetiz. Çocuklarımız bizim tüm cehaletimize rağmen bize emanet ettiğin birer hazine. Sen bize onlara istediğin, hayal ettiğin gibi bakmamızı, koruyup kollamamızı, sarıp sarmalamamızı, hakkıyla kıymet vermeyi nasip et. Her hastalığın şifası senden, ol dersin olur. Ol de olsun, yeryüzündeki tüm çocukların yüzleri gülsün, tüm evren çocukların neşe dolu kahkahalarıyla yankılansın. Sen hepimize görünenin ardındaki görünmeyeni görebilmeyi nasip et…

Sizin için ne yapabiliriz diye soranlar oluyor… 
Dua edin n’olur, sadece Can Leo için değil, şu an şifaya ihtiyacı olan tüm çocuklarımız ve anne babaları için dua edin, bir mum yakın, bir dilek tutun, bir Japon balonu bırakın gök yüzüne… Dua edin… Anne olunca, evladın en büyük zaafın olunca, bazen dilin sürçüyor, sesin titriyor, mantralar, ayetler, dualar, kelimeler boğazına düğümleniyor. N’olur benim yerime de içinde Can ve çocuk ve bebek geçen dualar edin… 

Sizi seviyorum 

Özür dilerim

Lütfen beni affedin

Teşekkür ederim
İmza: Bir anne

     

 

Sırlar ve Yaraları

Tags

, , , , , , , ,

Elim çok gitti geldi bu yazı için… Uzun zamandır da ayak sürüdüm. Travmatik geçmiş hayatlar, en kanlısı, en karanlığı, en gizli çekmecelerde kalmış kırıntıları, keşvetmesi zaman zaman zor olan ama seans bitiminden sonra ‘Geçmiş’ dediğimiz yaralar, hasarlar, anılar… Üzerine ‘geçmiş hayat’ örtüsü örtmek iyi gelir bazen insana… Adı üstünde, ‘geçmiş’tir çünkü, geçmiş hayattır, olmuş bitmiştir…

Peki ya canlı kanlı, şimdiki hayatımızdaki, hatta en saf, en masum çocukluğumuzdaki travmalar, yaralar? Ya içimizde ağlayan, bizim bile görmek istemediğimiz, konuşturmadığımız, ağlamak üzereyken susturduğumuz, suçlu ve kaybolmuş hisseden, enerjetik bir hapishaneye mahkum ettiğimiz, yarası kanayan ama yarasına tütün basıp bilinçaltımızın en derinine diri diri gömmeye çalıştığımız çocuk? 
Kimseye açamadığınız? Kendinize bile itiraf edemediğiniz… Senelerce, ömrünüzün büyük bir bölümünde gizlediğiniz, unuttum, hiç olmadı dediğiniz… 

Hiç yaşanmamış saydığınız anılar?  

Bugün 2 çocuğun hikayesini anlatacağım size… İki farklı zamanda seans odamdan girdiler… Biri kız, biri oğlan… Birbirlerinden habersizler… Tanımıyorlar… Seansa geldikleri yaş 50’lerin ortası… Farklı ülkelerde yaşıyorlar… Farklı kültürler, farklı etnik yapılar, farklı değerler… 

Geliş sebepleri Panik Atak, anksiyete, tekrar eden kabuslar, gezinen fiziksel ağrılar, özellikle omuz, boyun ve mide ağrıları. Ancak Tıbbi anlamda konulabilmiş herhangi bir fiziksel tanı yok…İkisi de ağır ilaçlar kullanmışlar 10 küsür senedir. Ama olmamış, geçmemiş, en beklemedikleri anda korkuluk gibi çıkmış karşılarına panik atak… Soğuk terlemeler, kontrol edilemeyen titremeler, kaçmak, kurtulmak isteği, kalp sızısı, nefes darlığı, ölüyorum korkusu… Ve soluğu acil serviste almak sıklıkla yaşadıkları bir rutin… Hayatlarını ele geçiriyor… 

Seansa geldiklerinde her ikisine de soruyorum- ‘şimdiki hayatınızda, çocukluk, ergenlik veya sonrasında yaşadığınız herhangi bir travmanız var mı?’ Kısa ve net cevap – Yok! 

Regresyonu anlatıyorum… Geçmiş Hayatları, atalardan miras kalan yükleri, çocukluk travmalarını, fiziksel travmaların astral bedende bıraktığı hasarı anlatıyorum… 
Yüzleri, renkleri değişiyor, gözleri doluyor, Gözlerini gözlerimden kaçırıyor… Yavaş yavaş tetikleniyor… Susturduğu çocuk çığlık atmak istiyor, ben buradayım, biri beni görsün diyor… Ama güçlü kuvvetli görünen yetişkin ‘hop’ diyor, ‘sen bi dur’… Nereden çıktın şimdi? 

Recall Healing’le bağlıyorum… Çalışmanın önemini, birlikte çözebileceğimizi, izin verdiği kadar ilerleyebileceğimizi, ‘en kötü’ diye düşündüğü bir anı bile olsa gördüğü, hatırladığı, hissettiği gibi anlatmasının ne kadar önemli olduğunu vurguluyorum… Anlatacakların sadece ruhuna değil bedenine de iyi gelecek diyorum. Ruhumuzun çığlıklarına kulak vermezsek bedenimizde o yaralar hastalık olarak tezahür edebilir diyorum…

Tutamadığı yaşları gözünden akmaya başlıyor…
‘Bir şey var!’ diyor…. Çocukluğumda, 6-7 yaşlar… Ama ben onu sildim! Ben onu aştım! Hallettim! Önemli değil yani!’

‘Kime göre önemli değil?’ diye soruyorum. Yetişkin size göre mi? 
‘Ben onu aştım, hallettim’ demeye devam ediyor. 

Peki ya Küçük Sen? Çocuk Sen? O da aynı şeyi mi düşünüyor? O nasıl hissediyor olanlarla ilgili?…
Sessiz kalıyor, gözünden bir damla yaş daha düşerek…

Bayan danışanım terapi yatağına uzandığı gibi kolayca transa geçmişti…
6 Yaşında, kendisinden 10 yaş büyük amcasının oğlunun onu taciz ettiği güne geçti… Annesinin işleri yoğun olduğu için küçük kızını amcasının evine göndermesinden başlayarak an be an ne olduysa hatırladı…

Anlattı… Oradaki tüm duygusal düğümler, kaçmak isteyip kaçamaması, bağırmak isteyip bağıramaması, ‘kimseye söylersen seni öldürürüm’ tehditiyle yaşadığı ölüm korkusunu hatırladı, anlattı, hepsinin yükünü 50’li yaşlarına kadar taşımıştı.
Onu en çok sarsan an yaşadığı travmayı annesiyle paylaşması sonrası annesinin tepkisi oldu. Acaba doğru mu söylüyor diye babaannesi, halası ve annesi amcasının oğluyla yüzleştirmek istediler bu küçük kızı… 

Merdiven altına saklanmıştı… Tir tir titriyordu orada… Çıkmak, onun yüzünü bir kez daha görmek istemiyordu…. Zorla çıkardılar, yüzleştirdiler ve amcasının oğlu inkar etti! Yalan söylüyor dedi… Evin büyükleri olayın üstünü örtmüş, hiç yaşanmamış saymışlardı…

 Ama küçük kız öyle yapamadı… Her gece ağladı… Her gece yalancı ve suçlu hissetti kendini… Ve sabahlara kadar ağladığı o gecelerde söz verdi, ‘Bir daha asla kimseye anlatmayacaksın!’. Annesi zaman zaman onu ağlarken gördüğünde ‘Kızım o gün ne oldu? Anlat bana! Söyle bana. Ne oldu, ne yaptı sana’ diye sorsa da nafileydi…  

 O suçluluk duygusu, öfke, korku seneler içinde sadece büyümüştü içinde… Annesiyle arasında bir uçurum olmuştu…. 

O küçük kıza önce ses verdik, anlattı uzun uzun, ağladı, dövündü, bağırdı, kavga etti, bütün öfkesini çıkardı…
Ve sonrasında beden terapiyle astral bedenindeki hasarı onardık, çözümledik… 
Sonrasında ne kadar cesur olduğunu gördü o küçük kız! Orada kendisini ifade edebilmiş, tehdit edilmesine rağmen annesine olanı biteni söyleyebilmiş, kurban olmayı reddetmişti. İçindeki cesaretinden dolayı yetişkin olan, çocuk olanı tebrik etti, onu kucakladı, onunla gurur duyduğunu söyledi… O küçük kız gülümsüyordu artık… Çıkmıştı o hapishaneden… Özgürdü artık!

Bayan danışanımla iki seans daha çalıştık sonrasında, biri çocukluğunda yaşadığı travmanın geçmiş hayat bağlantısı, diğeri ise sadece annesine duyduğu öfke ve nefret…

Bir küçük kızın iki güvendiği limanı vardır. Biri babası biri annesi… Annesi o olayı babasıyla paylaşmasını yasaklayarak iki limanı da almıştı elinden. Ve o küçük kızın bilinçaltında şu inanç kalıbı oluşmuştu:’Beni o eve annem gönderdi!!!’ ‘Beni korumadı!’, ‘Beni susturdu” ‘O da ağbim kadar suçlu’…
Bir çocuğun tüm dünyası yıkıldığında, yeniden temel atmak zordur. Yeniden o dünyayı yeşertmek, okyanuslarını temizlemek, ormanlarına güneşi doğurmak, çiçeklerini açtırmak, yeşillendirmek o dünyayı; zaman, sevgi ve emek ister… Biz her seansta biraz daha onardık, biraz daha güneşi, ışığı soktuk o Dünya’ya… 
Ve bugün panik atağından yüzde seksen özgürleşmiş, ilacı tamamen bırakmış, ölüm korkusuna veda etmiş, annesiyle sağlıklı ilişki kurmaya başlamış, annesini bağışlayabilmiş, kilo vermiş, kendisiyle daha barışık, tam ve bütün hisseden, omuz ve boyun ağrıları tamamen iyileşen bir yetişkini kucakladık …

Özgürleşen o küçük kızın hemen ardından geldi yöresel kıyafetler giyen 6 Yaşındaki köyde büyümüş oğlan çocuğu…
O da önce anlatmak istemedi …

Ama sonra izin verdi içindeki çocuğa… 45 senedir susan çocuğa ses ve nefes verdi…

Transa geçtiği an hıçkırıklara boğuldu… Hıçkırıklarından zaman zaman sesi duyulmadı… 
Ama yine de anlattı bir solukta…

Topraklı bir yoldu…
Okul yolu…

Önce güvendi kendinden 10 yaş büyük o ağabeye… Okul yolunda hep birlikte yürüdüler… 
Sonra bu ağabey ona 10 lira verdi… 
Çocuk sevindi… Gidip oyuncak aldı…
Ertesi günü ağabey dedi ki : ‘Bana borçlusun! Borcunu öde’

Çocuk dedi ki: ‘Ama babamdan para isteyemem, nasıl öderim sana!’
‘Ben onu anlamam, borcun 20 lira oldu’ dedi. 
Hayal kırıklığı yaşadı 6 yaşındaki çocuk. Güvendiği bu ağabey onu tehdit ediyordu her gün, duygusal baskı ve şiddet uyguluyordu. 

Günlerce tehdit etti, borcunu 50 liraya kadar çıkarttı. Her gün babana söyleyeceğim diye korkuttu. Her gün baskı uyguladı, ezdi… Ve sonunda dediki bir şartla borcunu silerim, sen de bana bir şey vereceksin…

Köyün gizli harabe bir yerine götürdü o küçük çocuğu… O anlamadı başına gelebilecekleri… Ne isteyebilirdi ki ondan? Yeterki borcundan kurtulsun, babasına söylemesindi…

Hıçkırıkları çığlıklara dönüştü… Dünyası kararmıştı… ‘Bir daha hiç gülemedim gerçekten, Pınar Hn’ dedi… ‘Sanki tüm bedenim çivilendi o duvara, asılı kaldım…’

Alacakaranlıkta kalmış, kimsesiz, korkmuş, yalnız hisseden bu çocukları ışığa çıkarmak toplumsal borcumuz diye düşünüyorum. 45-50 sene önce olan bu anlatması da, yazması da, okuması da zor cinsel istismar hikayeleri hala günümüzde de yaşanmakta. 

Ebeveyn ve eğitimcilere çok büyük iş düşüyor… 
Bu konularda sayısız eğitim ve seminerler veriliyor, katılmak, okumak, bilinçlenmek çok önemli. 
‘Kimse duymasın, toplumdan dışlanır çocuğumuz sonra’ diye üstleri örtülen vakalar var! Bu çocukta hayat boyu suçluluk duygusu yaratıyor. Çocuk tertemiz olduğunu, suçlu olmadığını, utanması gerekmediğini anlamalı ve hem ailesinden hem de bir uzmandan destek almalıdır…  
Her iki danışanımın da 50’li yaşlarına kadar getirdiği duygu Utanç ve Suçluluk Duygusu… 

Her iki danışanımın da auralarında yırtık, yaralar ve hasar vardı- cinsel istismara maruz kalmış bedenlerde bu travmanın izi kalır. Onarmak için mutlaka beden terapi uygulamak gereklidir! 
Bu travmalar sonucu oluşan auradaki hasar ve yırtıklar tıbbın çözemediği fiziksel rahatsızlıklara dönüşebilir. Korunmasız hisseden ruh eklenti enerjilere karşı da savunmasız hisseder kendisini. Seanslarında her iki danışanımın da enerji alanından onlarca eklenti enerji temizledik… Bu enerjiler de kişinin enerjisini düşürür, aşağı çeker, depresyon ve kâbuslara sebep olur. Enerjetik bedenindeki blokajlarda cinsel hayatında problemlerden, evlilikte blokaj veya iş hayatında tıkanıklık gibi bir çok soruna sebep olabilir. 

Susmak, susturmak, olmamış gibi yapmak da suçtur… Üstü örtülen her sır yıllar sonra bile dev gibi karşısında durur insanın… Zorla da olsa gösterir kendini… Bir kişiye bile olsa anlatmak, paylaşmak o karanlık hapishaneden özgürleştirir insanı… Içinizdeki çocuğu susturmak yerine anlatın! Anlatılamayan tüm sırlar sonraki kuşakların bedeninde ciddi fiziksel hastalıklar olarak tezahür eder, mutlaka gösterir kendini. 

Her iki danışanımın da kilo problemi oluşmuştu. Kendisini savunmasız ve güçsüz hisseden ruh, bedeni kalkanlansın, korunsun diye yağ toplar, kilo alır. Kiloları zırhı kabul eder. Olabildiğince eril ve güçlü görünmek ister ki kimse yanına yanaşamasın. Seanslarından sonra, kendilerini daha güçlü ve iyi hisseden danışanlarım kolayca kilo vermişlerdi. Beden ihtiyaç duymadığını anladığı yükleri kolayca bırakır… 
Seansları sonrasında gezinen ağrılarından da tamamen özgürleştiler. 

İki çocuğun da sevgiye ve güvene ihtiyacı vardı. Değerli olduklarını bilmeye, hissetmeye, görülmeye, duyulmaya ihtiyacı vardı… Temiz olduklarını, suçsuz olduklarını anlamaya ihtiyaçları vardı. Çok uzaktan değil hemen kendi yetişkin hallerinden aldılar o sevgiyi, güveni, cesareti… Görünür olmak önemli ve özel hissettirmeye yetti onları…

Bundan sonrasıysa hep benim için hem de onlar için bol bol Ho’oponoponoydu…

İçindeki yaralı çocuk

Seni seviyorum 

Özür dilerim

Lütfen beni affet

Teşekkür ederim

Cinsel İstismar Travmalarıyla çalışmak konulu gittiğim ileri teknik eğitimlerindeki eğitmenimiz sevgili Trisha Caetano’ya ve Recall Healing Tool Box eğitiminde bu konuyu daha da derin işleyen ve kendisinden hem kişiliği hem de terapistliğiyle çok şey öğrendiğim sevgili Gilbert Renaud’ya, beden terapiyi regresyona katan sevgili Roger Woolger’a, seanslarından öğrendiğim ruhlarını emanet eden kıymetli danışanlarıma ve tüm öğretmenlerime sonsuz şükranlarımla. 

Çocukların ve tüm insanlığın özgürce, güvenle, sevgiyle, barışla, huzurla, sağlıkla, neşeyle, birlik ve beraberlik içinde mutlu yaşayabilmeleri için neler mümkün? 

Sevgi ve şükranlarımla 

Pınar Gogulan 

 Aşağıdaki yazı Amerika’daki Taciz ve Cinsel İstismara karşı önlemler eğitiminde uzman psikolog ve pedagogların anne ve babalara tavsiyelerinin özetinin Türkçe’ye çevrilmiş halidir. Buraya eklemenin önemli olduğunu hissettim:

Çocuklarımıza öğretmemiz gereken 4 özel bölgemiz var, bunlar alt karın bölgemiz, arka kalça bölgesi, ağız ve göğüs bölgesi. Öncelikle bu bölgelerin onların ‘özel bölgeleri’ olduklarını bilmeliler. Daha sonrasında yumuşak, sakin ama net bir şekilde aşağıdaki kurallar onlara öğretilmeli… 
Güvenli Bir Beden Kuralları
1- Hiç kimsenin senin özel bölgelerine dokunmaya izni yok. 
2- Senin başkalarının özel bölgelerine dokunmaya iznin yok. 
3- Hiç kimsenin senin özel bölgelerinin fotoğrafını çekmeye izni yok. 
4- Eğer birisi senin özel bölgene dokunmaya çalışırsa, sert bir sesle -Hayır! de!
5- Arkadaşlarınla oyun oynarken üzerinizde hep giysileriniz olsun. 
6- Banyo yaptığınız, giyindiğiniz ve tuvaleti Kullandığınız an sizin ‘özel’ anınızdır! O anlarda kapıyı mutlaka kapatın ve yanınızda birinin olmasına izin vermeyin. 
7- Biri özel bölgelerine dokunmaya çalışırsa veya kendini o kişiyle rahatsız hissettiğinde ona Hayır diyebilirsin ve onun yanından derhal/hemen uzaklaşıp güvendiğin bir büyüğünün yanına gitmelisin ve aileni (bizi) bu konuda bilgilendirmelisin. 
8- Bu ailede birbirimizden sakladığımız hiçbir sırrımız yoktur. Eğer biri sana ‘annene veya babana sakın söyleme’, ‘aramızda bir sır olsun’ derse onlara ‘Bizim ailemizde gizli, saklı sır olmaz’ diyebilirsin 

 

EGZEMA

Tags

, , , , , , , ,

Büyük harflerle yazdı tahtaya: 

‘E-G-Z-E-M-A : CONFLICT OF SEPERATION’ – Repair phase

 

‘Ayrılık çatışması’ – Tamir fazı

 

Bir nevi ayrılık kaygısı da denebilir…

 

Önce bir şey anlam ifade etmedi Renaud’nun sözleri. Sonra kendisi için en ‘çarpıcı’ vaka örneğini verdi…

 

Bir bebek… 4,5-5 aylık. Bütün vücudu egzemayla kaplı.. Uyku uyuyamıyor. Vücudundaki kırmızı lekelerden tek göze çarpan maviş gözleri. Anne ve babası onlarca cilt doktoru geziyor. Her ilacı ve her yolu deniyorlar. Olmuyor… İyileşmiyor… Uykusuz geceler, sabaha kadar acıdan ve kaşıntıdan sürekli ağlayan bebekleri, çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen anne, baba…

 

Recall Healing’i öneriyor gittikleri bir doktor. Bir de onu deneyelim diyorlar, ‘Ne kaybederiz ki?’

 

Renaud’nun ofisinden giriyorlar. Renaud çocuğa bakıyor… Kaç aylık diye soruyor? Cevabı alır almaz, anneye dönüyor ve ekliyor:

 

‘Hamileliğinin 16. Haftasında çok üzülmüşsün, bu boşanmadan veya ayrılıktan dolayı yaşanan bir üzüntü…Derin bir üzüntü yaşamışsın o dönemde… Ne oldu anlat bakalım…’

 

Bu soruyla şaşkınlığını saklayamayan anne göz yaşları akarken anlatmaya başlamıştı… Hamileliğinin 16. Haftasında gerçekten derin bir üzüntü yaşamıştı. Eşiyle büyük bir kavga etmiş ve ilk defa boşanmayı düşünmüştü, hamileliği ilerlemişti, bebeği de aldıramazdı, çaresizdi, eşyalarını topladı bütün gün, kararlıydı, ailesinin yanına gidecekti… Ailesinin onaylamadığı bir evlilik yapmıştı… Karşılarına çıkmak da istemiyordu…Bütün gün ağladı… Kocasını çok seviyordu ama çok kırılmıştı… Boşanmayı ve sonrasını düşündü bütün gün… O gece de sabaha kadar ağladı…

 

Sabah olduğunda kocası özür dilemişti… Evde barış imzalandı… Ama annenin 24 saat boyunca yaşadığı ayrılık çatışması, o iç çatışma, o çaresizlik ve derin üzüntü anne karnında bebeğin bilinçaltına kaydolmuştu… Ve doğduktan 4 ay sonra da bedeninde egzema olarak tezahür etmişti.

 

Anne ağlayarak hikayeyi anlatırken, bebekleri de yanındaydı. Anne anlattıktan sonra bebek uykuya daldı. Günlerdir ilk kez gözlerini kapatıp uyuyakalmıştı bebek…

 

‘Peki şimdi ne olacak?; diye sordu anne. ‘Hiç bir şey, yapılması gerekeni yaptık zaten, o seni duydu. Otomotik beyni bu kaydı sisteminden atacak şimdi… 3-4 güne hiç bir şeyi kalmaz diye cevap verdi’ Renaud.

 

Bebek ertesi günü sabaha kadar uyumuştu deliksiz. 2-3 gün içinde de gerçekten bütün vücudu egzemalardan özgürleşmişti. Cildi tertemizdi… 

  

Bu hikayeyi dinlerken benim de boncuk boncuk gözlerimden yaşlar akıyordu… Büyük oğlum Demir’in 1 yaşından beri alerjik egzemaları vardı. Önceleri küçük küçük başladı. Sonra eklem bölgelerine yayıldı. Sonra kızarıklık ve kabarıklıklar giderek arttı. Zaman zaman kanadığı da oluyordu agresifleştiğinde. Kortizonlu krem kullandık senelerce. Hafif düzelse de kesin çözüm olamıyordu ilaçlar…

 

Renaud bu güzel bebeğin hikayesini anlattığında sahne sahne Demir’e hamileliğim ve doğumu sonrası yaşanılanlar geldi…

 

Demir’e hamileliğimin 12. haftasında sevdiğim terfi etti ve çalıştığı şirket pozisyonun Head Office’de New York’da olduğunu söyledi. Bu bizim için çok büyük bir karardı. New York’a giderken Londra’daki pozisyonunu bırakmak durumundaydı. Bu tüm ailemizden, herkesten uzak olmak, onlardan ayrılmak demekti… Pozisyon ve teklif o kadar cazipti ki kabul edecekti, ve etti…

 

Londra’daki evimizi, ailemizi her şeyimizi bırakıp New York’a gittik. Hamileleiğim çok keyifli geçti. Ancak doğuma 1 ay kala Amerika’da 2009 krizi şaha kalktı. Şirket personelinin yüzde ellisi işten çıkarıldı. Eşimin pozisyonuna dokunamadılar. Oldukça şirket için kritik bir rolü vardı. Ancak şu şartı koştular, Londra’daki ofise geri dönmek.

 

Londra’dan New York’a taşınırken evimizi, eşyalarımızı, her şeyimizi satmıştık… Nasılsa ABD’de yeni bir hayat kuracaktık… Düşünsenize, bebeğimiz daha doğmadan bizi ‘evsiz’ kalma stresi sardı.

 

Demir doğdu ve tam dört haftalık oldu. Çareyi bahar ve yaz dönemini Türkiye’ye gelmekte bulduk. Eşim Londra’daki pozisyonuna geri dönecekti, biz Demir’le Türkiye’de babamın evindeyken, o da bize Londra’da yeni bir ev bulacaktı… Bu süreç 6 ay sürdü. 6 ay boyunca biz her pazar ayrıldık… Haftaiçi Londra’daydı… Bazı hafta sonları yanımıza geliyordu. Ağlamaktan içim çıkacak sanırdım onu uğurlarken hava alanına. Yeni bebeğimiz olmuştu ve eşime en çok ihtiyaç duyduğum dönemdi… Hele o… Onun durumu bizden daha kötüydü… O hem karısını hem de yeni doğan bebeğini bırakıyordu her hafta… Bazen 2 hafta üst üste gelemiyordu… Çok özlüyordu… O 6 ayı her gün ağlayarak geçirmiştim… 

 

Bunları hatırladığımda o sümüklü halimle ders arasında Renaud’nun yanına koştum… Heyecanla ona anlattım bulduğum bağlantıyı ve şöyle ekledim ‘Türkiye’ye döner dönmez Demir’le çalışacağım!’

 

‘Hadi ama Pınar! Sen regresyon terapistisin! Bundan daha iyisini yapabilirsin, biliyorsun!’ dedi gülerek Gilbert…

 

‘Anlamadım, nasıl?’ diye sordum

 

‘Pınar! Ruhuyla konuş!’ diye gülümsedi bıyık altından…

 

‘Aman Allah’ım, Gilbert! Ben bunu nasıl düşünemedim ‘ diye çığlık attığımı hatırlıyorum…

 

Her akşam anatomi kitaplarımın içinde kaybolduğum otel odama geldim… Demir’in resmini aldım elime… Sanki karşımdaymış gibi anlatmaya başladım… O dönemi… Yaşadıklarımızı… O stresli günlerin benim ve babası üzerindeki etkilerini…

 

Ve şöyle bitirdim cümleyi:

 

‘Canım oğlum! O travmaların, o üzüntülerin, kaygıların, ayrı gayrı düşmelerin stresi, üzüntüsü ve sıkıntısı bize aitti! Onların hiç biri sana ait değil! Ve biz onların hepsini yaşamak zorundaydık. Çünkü o yaşadıklarımız bize çok şey öğretti, bizi birbirimize daha da kenetledi. Ve bizi şu an en çok senin mutluluğun ve sağlıklı olman mutlu eder… O yüzden tüm bu egzemalardan özgürleşebilirsin artık.’ 

  

8 gün daha Polonya’daydım. Her gün telefonda konuştuğum eşime de heyecanla kurduğum bağlantıları anlatıyordum. Ona da Demir’e kendi cephesinden o dönemi ve yaşadıklarımızı anlatmasını istedim… Çok anlam veremedi sebebine ama yaptı… Benim dönmeme bir gün kala onu yatırırken, uzun uzun anlattı…

 

Uçaktan indim… Saat 22.30 sıralarıydı… Öyle heyecanlıydım ki… Bogdan alana geldi beni almaya… Bir an önce eve varmak ve Demir’in eklem yerlerini kontrol etmek istiyordum…

 

40 dakikalık yol bitmek bilmedi… Arabayı park ettik… Valizi, çantayı her şeyi arabada bıraktım… hızla koştum eve…Kapıyı annem açtı… ‘Anne dur’ dedim, ‘sarılma bana hemen geliyorum…’ Hızla merdivenleri tırmandım… Çocuklarımın odasına girdim. Telefonumun lambasını yaktım. Demir’in yatağına koştum… Derin uykudaydı…

 

Yorganı kaldırdım…

 

Uzun pijamalarını giydirmiş babası… Malum soğuk kış…

 

Önce dizlerini sıyırdım…

 

Sonra kalbim daha da güçlü atarken…

 

Kollarını sıyırdım…

 

Tertemiz…

 

Kanayan, kabaran, kıpkırmızı egzemadan eser yok!

 

Öptüm, kokladım o eklemleri…

 

Şükrettim saatlerce…

 

Sevgilime sarıldım!

 

Anneme sarıldım!

 

Hoplaya zıplaya kutladım bu iyileşmeyi!

 

‘Recall Healing’de iyileşmenin her bir yüzdesini mutlaka kutlayacaksınız’ der Gilbert Renaud. Her bulduğumuz bağlantı ve gözlemlenen her yüzde birlik iyileşme için şükreder ve bu gelişmeyi kutlarız ben ve danışanlarım.

 

Bilgi her şeyin ilacıdır. Bunu Recall Healing eğitimi sonrasında çok daha iyi anladım. Aslında o kadar hiç birşeyi bilmiyoruz ve o kadar hiç bir şeyin farkında değiliz ki… Hastalığımın sebebini biliyorum diyorsa kişi ve hala o hastalık varsa sisteminde, aslında hiç bir şey bilmiyordur! Çünkü anlarsak, gerçekten fark edersek, bağlantıyı kurarsak, isimlendirir ve o tutunduğumuz duyguyu atarsak sistemimizden, o zaman otomotik beynimiz de o hastalığı aynı hızda atar bedenimizden.

 

Çocuklarda muazzam hızlı çalışan bu sistemi her gün çocuklarıma uygulamaya devam ediyorum. Herhangi bir bağlantı yakaladım mı, hatırladım mı, hemen ruhlarıyla bağlanıp anlatıyorum içimdekini… E malum kim olduklarını anlamaları için, önce kim olmadıklarını öğrenmeleri gerek!

 

Peki siz? Siz hiç merak ediyor musunuz kim olmadığınızı?

 

Sevgi ve şükranlarımla,

 

Pınar Gogulan

 

 

 

Dünya’daki Küçük Prensler

Tags

, , , , , , , , ,

Antoine De Saint-Exupery’nin Küçük Prens kitabını bir çoğunuz okumuşsunuzdur. Hepimizin içindeki çocuğa dokunmuş bir kitaptır Küçük Prens. Benim en sevdiğim kitaptır, baş ucumdadır hep… Zaman zaman günlük hayatın koşuşturmasına çok kaptırmışsam kendimi, kendi mağarama çekilir, Küçük Prens’e doğru yolculuğa çıkarım… Hiç sekmez, her seferinde kendime getirir beni. 

Henüz çocukken nerede olduğunu sorguladığım ve saatlerce ya görürsem umuduyla merakla gökyüzünde aradığım Küçük Prens’in bir gün yaşamımın en önemli parçalarından biri olacağını nereden bilebilirdim?

 

Hiç düşündünüz mü? Ya yeryüzünde fark edemediğimiz yüzlerce Küçük Prens varsa? Ya Monsieur Antoine gerçekten bir yerlerde başka bir gezegenden dünyamıza düşmüş bir çocukla tanışmışsa? Hatta ya kendisi o çocuğun ta kendisiyse ve geçmiş hayatlarını hatırlamış ve kitabında bu anıları bizimle paylaşmışsa? 

  

Büyük oğlum Demir bir sabah oyun oynarken şöyle dedi bana…

 

‘Mommy, biliyor musun? Can Leo başka bir gezegenden geldi dünyamıza.’

 

Gülümseyerek sordum kendisine, ‘Sen de mi oradan geldin, Demir’ciğim?’

 

‘Hayır. Onunla aynı gezegenden bir de Niko geldi. Ama ben ve Theo dünyalıyız. Biz onlara yardım etmeye geldik…’

 

Niko 8 yaşındaki yeğenim, uzun ve sıkıcı testler sonucu ne olduğu anlaşılamayıp ‘Atipik Otizm’ tanısı konan özel yıldız çocuğum… Benim bu hayatta telepatik iletişim kurabildiğimi bana fark ettiren ilk ‘Yıldız Çocuk’. Aramızda her zaman derin ve özel bir bağ olmuştur… Öyleki bu bağı fark eden annesi Niko’nun vaftiz annesi olmamı rica etmiş ve ben de onur duyarak kabul etmişimdir… Benim yeryüzünde tanıştığım ilk Küçük Prens’tir Niko. Hala gözlerimizle konuşuruz… Bazen gözlerimizle espriler bile yapar sonrasında kahkahalar atarken buluruz kendimizi…

 

Niko dünyaya geldiğinde henüz yaşam amacımın, regresyonun, psişik yeteneklerimin farkında değildim… Beni ilk uyandırandır Niko… Ve daha onun gibi yüzlercesinin dünyada bedenleneceğini ilk haber edendir.

 

Sonrasında Can Leo’nun yaşamımı nasıl dönüştürdüğünü, nasıl raydan çıkmış annesini tutup yoluna yeniden soktuğunu defalarca anlattım hem seminerlerimde hem de yazılarımda. Bana planı hatırlatan başka bir Küçük Prens Can Leo. Bu dünyaya adapte olmakta zorlandığı doğrudur. Tıpkı Niko gibi… Çocuklarla Regresyonu ve Çocuklarla Recall Healing’i birebir uyguladığım ve her iki sisteme de muazzam cevap veren küçük kahramanım… En iyi öğretmenim, dev ruhlu, bedenli rehberimdir…

 

Bir kaç gün önce 4,5 yaşında başka bir Küçük Prens girdi seans odama. Anne ve babasını bundan bir sene önce ilk kez seminerlerimden birinde en ön sıralarda gördüğümde tüylerim diken diken olmuştu. Oğulları için en ön sıralarda oturdukları besbelliydi… Onları bana getiren de oğullarının rehberiydi. Onu daha iyi anlamak, ona daha iyi anne ve baba olabilmek, onun dünyasını çözebilmek için oradalardı. ‘Çocuklarınız sizleri seçti, yeni çağ çocukları bedenlenmiş rehberlerimizdir, her biri özel misyonlarıyla bedenlendiler, önce size rehberlik etmek, hem de küresel tekamül yolculuğumuzda insanlığı uyandırmak ve her birimizi rayımıza geri sokmak için geldiler’ diye anlatırken o ön sıralarda oturan annenin göz yaşlarının aktığını gördüm…

 

Bir sene sonra bu prens bana ‘öfke patlamaları’ sebebiyle gelmişti. Annesine seansa gelmeden önce kendi seçtiği oyuncakları getirmesini rica ettim. Kapıyı açtığımda elinde kocaman bir dinazor ve yavru bir dinazor gördüm. Küçük oğlum Can Leo’nun da en vazgeçilmez oyuncaklarıdır dinazorlar. Gülümsedim, nedense hiç şaşırmadım dinazorları gördüğüme.

 

Anne ve babası uzun uzun anlattılar Kuzey’i… İçine girdiği anlık öfke patlamalarını… Annesine zaman zaman ‘Seni sevmiyorum, sen beni dövüyorsun, kafamı sehpaya vuruyorsun.’ deyişlerini. Annesini 1 senedir tanıyordum, kendisi regresyon çalışmasına da katılmıştı benimle. Evladına fiziksel şiddet uygulamadığını gayet iyi biliyordum. Bir video izlettiler, parkta iki arkadaşı ona ‘Pis’ demiş, ‘Sen pissin, sen kötüsün.’ demişlerdi, Kuzey de buna çok sinirlenmiş ve çocuklardan birine sımsıkı sarılmıştı, öyle sıkmıştı ki diğer çocuğun canı acımıştı ve sürekli ‘Ben pis değilim.’ diyordu.

 

Anne ve babası Kuzey’le beni başbaşa bıraktılar… Önce bir resim çizdi Kuzey… O gün parkta ve şu an nasıl hissettiğinin resmini çizer misin diye sordum. Kağıda kocaman bir mutsuz surat çizdi. 

  

P- Nasıl hissediyor bu çocuk?

K- Mutsuz. Öfkeli. Kızmış

P- Kızgınlığı, öfkesi bedeninde en çok nerede?

K- Kafasında

P- Sanki ne olmuş kafasına?

K- Vurmuş, acımış…

P- Vurduklarında kaç yaşındaydın?

K- …… Hadi oynayalım…

 

Büyük dinazorunu eline aldı, Kuzey.

 

K-Haydi, Bir de anne yapalım.

P- Bu baba mı peki?

K- Evet.

P- Sen misin?

K- Evet

P- Bi de anne dinazor mu var?

K- Evet.

P- Peki yavrular var mı?

K- Var.

P- Yumurtadalar mı? Çıkmışlar mı?

K- Çıkmışlar. Yemek yok. Yemek bulamıyoruz…

P- Sen ot obur musun? Et obur musun?

K- T Rex’im ben. En güçlü benim. Ama başka bi tane daha var.

P- O da güçlü mü senin gibi?

K- O da çok güçlü… Saldırıyor… Kötü o…

 

Bir yandan Kuzey hamurlarla oynuyor ve benden büyük bir T- Rex daha yapmamı istiyordu. Bir de yavrular yap, bir de kötü T-Rex’i yap…

 

P- Kötü T-Rex ne yapıyor?

K- Bize saldırıyor. Anne ve yavruyu yiyor.

P- Koruyabiliyor musun?

K- Hayır… Başıma vuruyor…

P- Nasıl hissediyorsun?

K- Öfkeli… Üzgün…

 

Daha sonra Kuzey’le birlikte anlattığı anıyı dönüştürdük ve beden terapiyle (Deep Memory Process) başına aldığı darbeyi şifalandırdık. Onun için eğlenceli ve bol hareketli olan bu süreç oldukça önemliydi benim için. Bu bilinçaltındaki hasarlı anıyı dönüştürüp yerine sağlıklı anıyı yerleştirebilme şansımızdı. Tüm şifalandırma kısmını tamamladıktan ve öfkesini boşalttıktan sonra, gözlerimin içine baktı ve sordu: 

  

K- Bütün kötülükler geride kaldı, değil mi?

P- Evet. Hepsi bitti ve geride kaldı. Şu anda bir insan bedenindesin.

K- Neden hala dinazor değilim?

P- Çünkü o var oluşun son buldu?

K- Neden hep dinazor olarak gelmiyoruz?

P- Kaç kere dinazor olarak geldin?

K- 11 kere.

P- İnsan olmayı seçmişsin şimdiki hayatında. Ve artık dünya gezegenindesin.

K- Neden dünya gezegenine geldim?

P- Çünkü bu gezegen çok güzel bir gezegen. Hadi dünya gezegenini yapalım hamurdan ve sen bana niye burada doğmak istediğini anlat.

 

Hamurdan bir dünya yaptı.

 

K- Burada mavi var.

P- Evet burada denizler var. Ağaçlar ve hayvanlar da var. Ve biliyor musun Kuzey, bu gezegende Sevgi var! Bu gezegende bedenlenmenin en güzel sebebidir sevgi. Seni çok seven annen ve baban var.

K- ………

P- Seni ne kadar çok sevdiklerini biliyor musun?

K- Hayır.

P- (Kollarımı kocaman açarak) Seni bütün galaksilerden, gezegenlerden, uzaydan daha çok seviyorlar. Ve bu gezegende herkese yetecek kadar yiyecek var. Okyanuslarda herkese yetecek kadar balık var. Dolayısıyla aç kalmaktan korkmana gerek yok.

……….

P- Hani parkta arkadaşın sana pis demişti ya? Sen öfkelenmiştin?

K- Hıhı…

P- Ona öfkelenip sarılmak, veya vurmak, canını yakmak yerine kendini özgürce ifade edebilirsin. İnsanlar biliyorsun ağızlarıyla konuşuyorlar. Sen de konuşabilir, bu yaptığının hiç doğru olmadığını söyleyebilir, onu uyarabilirsin.

K- ….

 

Kuzey’le seansımızdan sonra bir resim daha çizmesini istedim.

 

P-Şimdi bana nasıl hissettiğini çizer misin? 

 K- Bak bu benim. Ben maviyim. Koyu mavi.

P- Biliyorum, Kuzey. Biliyor musun? Can Leo da mavi.

Peki annen ne renk?

K- Pembe

P- Peki ben?

K- Yeşil. ☺️

 

Kuzey masmavi yüzü gülen bir çocuk, gülümseyen bir güneş, ve sapsarı güneş ışınları maviyle karışık her yeri aydınlatan bir resim çizdi.

 

Annesi seanstan çıktıktan sonra, ‘Annecim seni çok seviyorum.’ dediğini ve çok iyi olduğunu, o gece çok iyi uyuduğunu haber verdi.

 

Kuzey zaman zaman yine agresif davranmaya devam etti. Anne ve babasına bunun tekrar edebileceğini ve sabırlı olmaları gerektiğini açıkladım. Ve uzun uzun anlattım onlara hem Recall Healing’i hem de Dünyamızdaki Küçük Prensleri. Onlara günlük hayatlarında uygulayabilecekleri küçük ev ödevleri verdim.

 

Siz de Küçük Prens annesi veya babasıysanız aşağıda okuyacaklarınız diliyorum ki size de Rüya Hn’ a tuttuğu kadar ışık tutsun. Dilerim ki Kuzey’e olduğu kadar sizin küçük prens ve prenseslerinize de şifa olsun.

 

Küçük Prensler:

 

– Çok hassaslardır. Zihin okurlar. Eve öfkeli gelmişseniz, kendinizle kavga ediyorsanız, içeride kendinize öfkeliyseniz, farkında olmadan psişik dövüyorsunuzdur evladınızı. Tüm iç çatışmanızı ve kavganızı kendi üzerine alır Küçük Prensler. Ve size, iç dünyanıza ayna olurlar.

 

– Melekleri, rehberleri, aura renklerini görürler, onlarla iletişim halindelerdir. Başka enerjileri de görebilirler. Üçüncü gözleri tamamen açıktır. Eğer parmaklarıyla bir köşeyi gösterip ağlıyorsa bilin ki o köşede ya yaşanmış travmalı bir anıyı hissediyordur ya da bir enerji görüyordur. Sakin kalın ve hemen enerji temizliği yapın. Hatta enerji temizliğini öğretebilirsiniz onlara. Çok da güzel yapıyorlar. Çok da eğleniyorlar renklerle.

 

 

– Hayvanlarla çok iyi anlaşırlar. Onlarla iletişim kurarlar. Telepatik iletişim kurabildikleri için hayvanların neye ihtiyacı var, canı acıyor mu, neresi ağrıyor, mutlu mu, üzgün mü anlarlar.

 

– Geç konuşurlar. Konuşma ve öğrenme bozukluğu gibi sıkıntıları olabilir.

 

 

– IQları çok yüksek, EQları yaşıtlarına göre düşük olabilir.

 

– Alerjik yapıları vardır. Ciltleri hassastır. Deri hastalıkları yaygın görülebilir. Alerjik astımları da olabilir.

 

 

– Aura renkleri mavi ve mavinin koyu, metalik tonlarıdır.

 

– Soru sorduğunuzda cevap alamayabilirsiniz. Çünkü onlar cevabı değil bu soruyu neden sorduğunuzu sorgularlar. Cevap onlar için apaçık ortadadır. Cevaplamayı gerek görmeyebilirler.

 

 

– Yüksek seslere ve yoğun kokulara hassasiyet gösterirler. Kulaklarını tıkayıp sesten hoşlanmadıklarını apaçık belli ederler. Stresli ortamları sevmezler.

 

– Şekeri ve doğal olmayan yiyecekleri sistemleri kabul etmez.

 

– Bazıları et ve süt ürünlerini, hayvansal gıdaları rededebilir. Bunu enerjileri okuyabildiklerinden yaptıklarını düşünüyorum. Bazı çocuk danışanlarım et yememelerinin sebebini ‘Hayvanın ölüm anındaki acısı, göz yaşları o etin içinde’ diye açıklamışlardır.

 

– Uzun uzun ve derin derin gözlerinizin içine bakabilirler. Ruhunuzu görürler. İnanılmaz empati güçleri, yetileri vardır. Nasıl hissettiğinizi ve ne düşündüğünüzü çok iyi bilirler. Yanlarına mümkünse meditasyon veya spor sonrası yaklaşın.

 

– Zaman zaman boş bakabilir veya dalıp gidebilirler. Gökyüzüne bakarlar veya gökyüzü ile konuşurlar. 

  

– Yaratım güçleri vardır. Bir gün önce bir şey dilemişse, ertesi günü dilediğini kapının önünde bulabilirsiniz.

 

– Dengeleri güçlüdür ve yüksekten ve uçmaktan korkmazlar. Küçük Prenslere yükseği, insanoğlunun sınırlarını öğretmek önemlidir. Pencerelere mümkünse kilit takmanızı tavsiye ederim. Kuzey seans sırasında koltuklara ve mutfak raflarına çıkıp hep ‘Burdan atlarsam ölür müyüm?’ sorularını sordu. Sınırlanırı araştırıyor ve öğrenmek istiyordu.

 

– Genelde tek başlarına oynamak isterler. Kendi dünyaları vardır ve o dünyada çok mutludurlar. Bırakırsanız saatlerce kalırlar o dünyada. Ama onları o dünyadan çıkartmak için zaman ve emek harcamanız önemlidir. Onların dünyasına girip onları kendi dünyanıza çekmeli ve sizin dünyanızın da renkli ve güvenli olduğunu onlara göstermelisiniz.

 

– Yalan söylediğinizi anlarlar. Güvenlerini sarsarsanız kaybedersiniz onları. Onlara her zaman dürüst olun. Bir yetişkine anlatır gibi anlatmanızdan hoşlanırlar.

 

– Doğayı ve bitkileri, denizi, gök yüzünü, yıldızları çok severler. Bir ağaca sarılırken veya bir çiçekle konuşurken bulabilirsiniz onları.

 

– Teknolojik cihazlara karşı fazla hassasiyet gösterebilirler. Titreşim ve enerjileri çok yüksek olduğundan odalarında elektronik cihazlar çalışmayabilir veya bozulabilir.

 

– Doğumlarıyla anne, baba ve çevrelerindeki aile bireyleri için dönüm noktası kabul edilebilecek değişimler gözlenebilir.

 

– IQları yüksek olduğu için gölge yanları kibir ve manipülasyon olabilir. İstedikleri olmadığında öfke atağı geçirebilirler. O noktada sakin kalmak ve onları topraklamak önemlidir.

 

– Kristalleri ve değişik taşları severler. Oynadıkları oyuncaklar dinazorlar, sürüngenler, uzay gemileri, hayvan minyatürleridir. Geometrik şekilleri de severler. Müziğe bayılırlar.

 

– Kocaman ve dikkat çeken gözleri vardır.

 

– Doğal şifa yetenekleri vardır.

 

– Geçmiş hayatlarını çoğunlukla hatırlarlar. Sizinkini de alanınızı okuyabildikleri için görürler. Zaman zaman sebepsiz ağlayabilirler uzun uzun. Paniklemeden sadece yanlarında olun. ‘Hepsi bitti ve geride kaldı, bak artık burdasın ve ben de buradayım ve burada tamamen güvendeyiz’ telkinlerini tekrarlayın.

 

– Telefonunuz çaldığında kimin aradığını bilirler, ‘babam, babaannem, vs arıyor’ derler ve yüzde yüz doğru bilmişlerdir 😉

 

– Genelde sakindirler. Ama stresli ve kızışık enerjilerin olduğu ortamlarda hiperaktivite gösterebilirler.

 

 

 

Rüya Hanım şöyle sordu, ‘Peki Kuzey hep benim iç dünyamımı yansıtacak? Benim sinirlenmeye, kızmaya, öfkelenmeye hiç hakkım olmayacak mı? Hep mi bu böyle gidecek?’

 

Bu soruyu inanıyorum ki Rüya Hanım bir çok anne adına sordu. Ve ona öğretmenim Gilbert Renaud’nun Çocuk Hastalıklarına Recall Healing Eğitiminde yaptığı şu açıklamaları yaptım:

 

-Kendinize bir sorun, siz çocukken anne ve babanızdan ne almak isterdiniz? Onlardan en önemli isteğiniz veya ihtiyacınız neydi?

 

– Peki tüm ihtiyaçlarınız karşılandı mı?

 

-Çocuğumla ilgili beni üzen, endişelendiren ne?

 

-Peki beni üzen bu şey aslında içimde anne ve babamdan kendi çocukluğumda alamadığım hangi boşluğa/eksiğe tezahür ediyor?

 

– Çocuğum bana hangi iç çatışmamı gösteriyor?

 

Suçlu değilsiniz! Kurban hiç değilsiniz! Her zaman hatırlayın, çocuğunuz kendi yaşam amacında kendisine en iyi rehberlik edecek anne ve babayı seçti! Tıpkı sizin gibi. Elbette hata yapma özgürlüğünüz var. Önemli olan hata yaptığınızı fark ettiğinizde hemen gerekli onarımı yapmak. Sevgi en güçlü ilaçtır. Sizler kendi içinizdeki çocuğu onardığınız ve şifalandırdığınızda, kendi içinizdeki çocuğun ihtiyaçlarını karşıladığınızda, göreceksiniz ki çocuğunuzda da bu iyileşmenin yansımasını göreceksiniz.

 

Çocuklarımız onlarla derin ilişkiler kuralım isterler. Onları kendi dünyalarında ziyaret edelim isterler. Onları dinleyelim, onları görelim, onları hissedelim isterler. Onları oldukları gibi kabul ettiğimizi ve sevdiğimizi bilmek isterler. Yargılandıklarını hissederlerse uzaklaşır ve içlerine kapanırlar. Yargılarınızdan özgürleşip onların içindeki renkli dünyayı onlarla birlikte keşvedin isterler.

 

Çocuklarımız birer aynadır. Tıpkı Monsieur Antoine’ın Küçük Prensi gibi her şeye ve herkese ‘gönül gözünüzle’ bakın isterler… ‘Çünkü insan tüm gerçeği sadece kalbiyle görebilir!’

 

Sevgi ve Şükranlarımla

 

Pınar Gogulan

 

Bir Seansın Ayak İzleri… 

Tags

, , , , , , , , , , , , , ,

Küçük Bir Çocuğun Sessiz Gözyaşları …  
 

Aylardır ülkemizin içinde bulunduğu bu karanlık günlerde her güne ‘seanslarım bütünün hayrına olsun’ niyetiyle başlıyorum. Danışanlarımın da belki gizli belki aleni, belki bilinçli, belki de bilinçsizce aynı niyetle geldiği şüphesiz…

 
Seanslarında keşvedilen travmalar, o travmalara çalışmak, dönüştürülen bilinçaltı hasarları, ekilen sağlıklı ve umut dolu tohumlar inanıyorum ki kelebek etkisiyle kozmik bilinçte de bazı hasarları onarıyor.

 

Ben yazarken hep seansa gelemeyenler okusun ve benzer travmaları yaşamış olanlar sadece okuyarak da şifa bulsun, ruhlarında acıyan, gücenik veya öfkeli katmanlara sular serpilsin niyetiyle yazıyorum…

 

Bugün size küçük bir kız çocuğunun hikayesini anlatacağım. 30’lu yaşlarında bu kız… Su gibi… Öyle güzel ki… Biraz titrek, biraz şüpheli girdi seans kapımdan… Ben kimselere kendimi anlatamam diye başladı söze… Nasıl hissettiğimi, neler yaşadığımı… Niye geldim de pek emin değilim…

 

Bir damla düştü gözünden…

 

Şaşırdı…

 

‘Bu normal mi?’ diye sordu…

 

‘Ben ağlamam kimselerin yanında…’

 

‘İşin raconu bu!’ diye cevap verdim gülümseyerek… 

 

Kaybetme korkusuydu şikayeti… Bir de başladığı hiçbir işi bitiremiyor, yarım bırakıyor, ama bundan ötürü de büyük suçluluk duyuyordu…

Tam 14 aylıktı babası vefat ettiğinde…

 

Nasıldı o süreç diye sordum…

 

‘Hatırlamıyorum, bebektim, onu hiç hatırlamıyorum. O süreçte neler oldu, nasıl oldu, hiç bilmiyorum’ diye yanıtladı…

 

Gülümsedim… 

 

Anladı…

 

Bastırmış olabilir miyim? diye sordu…

 

Sizce? diye baktım gözlerinin içine

 

Bir damla daha göz yaşı düştü…

 

Haydi dedim… Bugün o küçük kıza ses verelim…

 

Terapi yatağına uzandı, bir kaç dakika içinde transa kolayca geçmişti…

 

……………………………….

 

Su: Legodan evlerin çitleri gibi kenarında çiçekleri olan bir bahçenin içindeyim. Köşede, bahçenin ucunda bir kız çocuğu var…

 

Pınar: Kaç yaşlarında?

 

Su: En fazla 3

 

Pınar: Yaklaş yanına. Bak bakalım kime benziyor…

 

S: Benim o. 3 yaşındaki halim. Bir fotoğraf var… Silik… O fotoğraftaki halim…
P: Yaklaş yanına…. Görsün seni… Nasıl tepki verdi?

 

S: Tanıyor gibi baktı… Sanki beni bekliyordu…

 

P: Nasıl olduğunu sorabilirsin…

 

……………..

 

Ne cevap verdi?

 

S: (Hıçkırarak) Gücenik… ‘Kırgınım’ dedi…

 

P: Diz çök… Onunla aynı boya gel… Gözlerine bak… Ve de ki…

 

Bugüne kadar hissetmene izin vermedim… Hep susturdum seni… Ama artık her şeyi anlatabilirsin…

 

Hatta bundan sonra hep o anlatsın… O konuşsun benimle…

 

Soralım bakalım niye kızmış, kime gücenmiş…

 

S: (3 yaşında kırılgan, ağlamaklı, titrek bir sesle) Olanlara kızgınım… Allah Babaya kızgınım…

 

Neden benim babam?

 

Neden ben?

 

Neden babamı benden aldı?

 

Neden diğer çocukların babası var?

 

Hayatım bambaşka olabilirdi…

 ………..
Akşam üstlerini hiç sevmiyorum. O saatlerde sokağa çıkmayı hiç sevmiyorum. Herkesin babası eve dönüyor. Ben o saatlerde evde oluyorum, bebeklerimle oynuyorum sessizce…Sanki hiç üzülmüyormuş gibi yapıyorum…

 

P: Peki nasıl hissediyorsun o an?

 

S: Çok kızgınım… Benim babam niye gelemiyor… Aklımdan hep aynı sorular geçiyor… Acaba canı yandı mı ölürken? Korktu mu? 

 

P: Peki en kötüsü neydi?

 

………………………………………….

 

S: Okulun ilk günleri….

 

P: Yanında baban olamadığı için mi?

 

S: Hayır! Her yeni öğretmen aynı soruyu soruyor bütün çocuklara tek tek… Anneniz babanız kim? Ne iş yapıyor? Ne kadar saçma! Niye soruyorlar? Hepsi aynı şeyi soruyor…Sıra bana gelmesin diye dua ediyorum… Ama sıra her seferinde bana geliyor…

 

(Bağırarak) Niye, niye her seferinde herkesin önünde babam öldü demek zorundayım???

 

………………………….

 

O küçük kız dakikalarca hıçkırararak ağladı… O yaşlarda soramadığı her şeyi sordu, söyleyemediği her şeyi söyledi…

 

Sonra bir anda sakinleşti… Sihirli bir dokunuş hissetti yanı başında… Babasını gördü… O legodan çitleri olan yemyeşil bahçeye babası gelmişti… Aslında hep oradaydı…

 

O noktadan sonra bana sadece izlemek kaldı… Babasına sarıldı sımsıkı… Kokusunu duydu… Kalben bağlandı… Kanallık etti ona… 

 

S: En son bizi düşünmüş…. Son ana kadar bizi düşünmüş. Böyle olsun istememiş. Hiç bırakmak istememiş… 

  

Başımı kollarına gömdüm Pınar Hn… Kollarında sanki kayboldum… öylece duruyoruz…

 

Sonra babası konuşmaya devam etti… 3 yaşındaki kızının sorduğu her soruya tane tane cevap verdi…

 

‘Aslında hep oradaymış. Okula başlayış günümü gösteriyor. Hemen yanımda duruyor. Bana güç veriyor… Destek olmuş aslında… Bana başka bir anı gösteriyor şu an… Yıllar önce… Çok küçüğüm… Annemin odasında… Gizlice girerdim… Babamın parfümü dolapta dururdu… Kimse görmeden koklardım… Yanımda duruyor yine. Ben burdayım diyor. Hissettirmeye çalışmış…

 

S: Sensiz eksiğim…Sensiz hiç bir şeyi tamamlamak, bitirmek istemiyorum… Çünkü sen hiç bir şeyi görmüyorsun bilmiyorsun…

 

……………..

 

P: Ne cevap verdi? 

 

S: Cevap gelmedi… Ama bir apartman var… Bir ev… Annem kapıyı kapatıyor… Annem kendisini odaya kapatıyor… Çok ağlıyor annem… Annem çok ağlıyor… Ben bebeğim…14 aylık… Babamın haberi gelmiş… Ablama bakıyorum… Annem çok ağlıyor… Korkuyorum… Annem çok ağlıyor… Benim yüzümden mi?

 

Babam orada… Bak ben her şeyi gördüm. Her şeyi biliyorum diyor. Senin suçun değildi!
Şimdi hepimiz kucağındayız… Ben, 3 yaşındaki ben, 14 aylık ben, ablam da burada… Hepimize sarılıyor… Üzerimize mavi ışıklar akıyor sanki… Renkler soluktu… Şimde berraklaşıyor… Netleşiyor… Aydınlanıyor… 14 aylık ben ortaya geçti, sevimlilikler yapıyor… Yüzü gülüyor… 

 

P: Peki 3 yaşındaki Su nasıl?

 

S: Daha sakin ama bir şey var hala… Acı çekti mi ölürken? Korktu mu? Hep aynı soruyu sordum yıllarca….

 

P: O halde şimdi kendisine sor… 

 

S: Acı çektin mi ölürken? 

 

Dedi ki… ‘ Neden hep kötü şeyler düşündün?Hep en kötü senaryoyu düşündün… Hiç acı çekmedim. Son ana kadar düşmeyecek diye düşündüm uçak… Son ana kadar sizi düşündüm… O yüzden hiç acı çekmedim…

 

P: Peki tamamen geçmiş mi ışığa?

 

S: Geçmiş. Tamamen ışıktaymış… Ama hep takip ediyor bizi… Özellikle zor anlarda… Öğretmen gibi sanki…

 

P: Gülümsedim. Rehberin mi olmuş sor bakalım?

 

S: (Şaşkın) Eveeeet… Torunlarını da görüyormuş… Onların da rehberleriymiş…

 

Çok mutlu bir yaşam yaşamış. Annemi çok sevmiş.

 

P: Madem rehberin olmuş… O halde sana planı anlatsın… Bunu yaşama sebebinizi hatırlatsın… 

 

S: Bunu yaşamamız gerekiyormuş. Çok zordu biliyorum diyor. Ama elinizden geleni yaptınız ve başardınız diyor..

 

P: Neymiş başarmanız planlanan?

 

S: Ayakta kalmak… Dağılmamak… Güçlenmek…

 

Hepsini başardınız! Güçlendiniz. Dağılmadınız. Her şey daha kötü olabilirdi. Kurban gibi yaşayabilir, hayattan vazgeçebilirdiniz. Ama siz hayata tutundunuz. Birbirinize tutundunuz… Bak 2 tane pırlantan var! (Çocukları) Çocukları ve seni çok seviyorum diyor… Hepinizi çok seviyorum diyor…

 

Sadece bir şeyi anla! 

 

‘Bir bedene ihtiyacım yok! Sizlerle olmak, sevgimi akıtmak, sizi hissetmek, varlığımı hissettirmek için bir bedene ihtiyacım yok!’

 

P: Neymiş sizlerle ilgili hayali?

 

S: Mutluluk. Mutlu olun diyor… Her an gülümseyin… Kahkahalar atın… Çok sevin… Çok sevilin… Oğlun seni benim sevdiğim gibi seviyor… Ona her sarıldığında bana sarılıyormuş gibi hisset… Onun içi ışık dolu… Güvende olduğunuzu ve korunduğunuzu bilin… 

 

………………………………………..

 

Su Hanım transtan çıktığında gözlerinin içi parlıyordu… Kendisine gelmesi ve içselleştirmesi, soruları varsa sorması için biraz daha kaldı benimle… ‘Ben çocukluğumda anlattığım her şeyi unutmuştum, silmişti beynim hepsini’ diye baktı sorgulayan gözlerle…

 

Acılarla başa çıkmak için bizi acıtan, üzen, hatırlamak istemedğimiz şeyleri silmeye çalışırız… Gömeriz bilinçaltımızın derinliklerine… Bitti deriz… Olmadı deriz… Görmezden geliriz zaman zaman uyanmak isteyen devi… Ama oradadır işte… Gitmemiştir hiç bir yere… Görülmek ister… Elinden tutulsun ister… Kulak verilsin ister…Biz ne kadar kaçarsak kaçalım… Peşimizi bırakmaz… Ruhun çırpınış ve çığlıklarını duymazdan gelirsek, ifade edemediğimiz tüm duygular bedenimizde hastalık olarak tezahür eder bir süre sonra… 

 

  İçimizdeki çocuğu bastırıyor muyuz zaman zaman? Dışarı çıkıp oynamasına engel oluyor muyuz? İncinmesin, kırılmasın diye kalkanlar mı örüyoruz etrafımıza? Yanımıza kimseleri çok yaklaştırmıyor, kuyruğu yüksek mi tutmaya çabalıyoruz? Ya görürlerse zaaflarımızı, yaralarımızı, güçsüzlüklerimizi, gölgelerimizi, sırlarımızı? Bitap mı düşüyoruz bir süre sonra o çocuğu bastırmaya, saklamaya, susturmaya çalışmaktan? Uykularımız mı kaçıyor?

 

Yüzleşmek özgürleştirir sizi… O çocuğa sarılmanın tadı ve şifası yoktur başka hiç bir kucakta… O çocukla yüzleşmeden, kucaklaşmadan büyüyemezsiniz kolay kolay…Ayak sürer, takılırsınız çakıllara…

 

Çok uzaklarda değil… Hemen içinizdeki o yaralı çocuğa sarılın sımsıkı… Bakın bakalım neye ihtiyacı var…
Hatırlayın… ‘Hissetmek için varlığını, sevgisini… bir bedene ihtiyaç yok…’

 

Sevgi ve şükranlarımla

 

Pınar Gogulan